‘’Hadi gel artık, kahvaltı hazır.’’ Eşi, şiştiği için kapanırken zorluk çıkaran tuvalet kapısını sertçe kapattı. Mutfağa girdi ve tezgâhta içinde kızarmış hamur olan tabağı almak üzere olan karısına arkadan sarılıp öptü. Kadın onu öpen başı, eliyle okşadı ve elindeki tabakla masaya geçti. Adam içinde üç dört tane zeytin kalan kâseden bir tane zeytin alıp ağzına keyifle atarken ‘’Çay hazır mı?’’ diye sordu. Kadın kontrol etmek için çaydanlığın yanına doğru gitti, çaydanlığın üst demliğinin kapağını kaldırdığı anda buhar olduğu gibi yüzüne vurunca elini yakmamaya özen göstererek piknik tüpünün altını kapattı ve masadaki bardaklara çay doldurmaya başladı. Kocası sevecen bir ifadeyle karısını izliyordu. Dolan bardağından keyifle bir yudum aldı ve masadaki tabakta karısının hazırladığı pişilerin birini eline alıp kocaman bir ısırık aldı. Gözleri kapalı şekilde hem ağzında dağılan hamurun keyfini çıkarıyor hem de konuşmaya gayret ediyordu. ‘’Bu meret de çayla ne güzel gidiyordu be!’’ Lafını tamamlamadan kalan son pişiyi de ağzına attı. ‘’Reçel yok muydu yav? Ne de güzel giderdi bununla.’’ Karısı elindeki pişiyi biraz çevirdikten sonra küçük bir ısırık aldı. ‘’Kalmamış hiç. Bitmedi sanmıştım, bitmiş.’’ O esnada kocası eline iki küçük pişi almış, onları gözlerinin hizasında tutup ortalarındaki delikten bakmaya çalışarak ‘’Bunlar pişisel gelişimlerini tamamlayamamış sanırım,’’ dedi ve ağzını kocaman açarak gülmeye başladı. Karısı eşi gücenmesin diye bu kahkahaya aynı güçte olmasa da karşılık vermeye çalışırken aklı başka yerdeydi. Kocası hep böyleydi işte. Dünyadan bağımsız yaşardı. Şu yüzünden neşe saçılan adama unun bittiğini, elindeki parçaları kalan son unla yaptığını nasıl söyleyebilirdi? Alamayacağını biliyordu. Ne yapacaklardı peki? Gece işten geldiğinde kocasının önüne ne koyacaktı? Bu gidiş nereye? ‘’Hadi bir bardak daha doldur da içip gideyim.’’ Kocasının sesiyle uyandı, yüzü hâlâ gülüyordu. ‘’İçelim,’’ dedi. Çayları doldururken sulu gözlerini çaydanlığın buharında saklıyordu.