Yazmak istememin bir sebebi yok aslında, bu da yazma isteğimin en büyük nedeni

 

Kalender bir insan olamadım hiç, en mutlu anımda dahi zihnimde belki en az yüzlerce düşünce…


Sabah atarım kendimi evimden, hiç mutlu olmadığım işi yaparım. Ne yaparım? Ufak bir dükkanım var, babadan kalma; çarşı ortasında, vardır yetmiş senelik mazisi. Ne satarım? Ucuz, parlak, kalitesiz ayakkabılar… Rahmetli babam yapardı bu işi, söylediğine göre ‘’klas ayakkabı’’yı ilk o getirmiş kasabaya, oradan da büyütmüş işleri. Ama ben hiç sevemedim ticareti, bin bir türlü yalan bir paraya! Üstelik ben de inanıyorum attığım palavralara.


Sonra ne yaparım? Her çarşı esnafı gibi diğer esnaflara laf atarım, Allah’ın günü bedava, bir şekilde geçiririm. Çarşıdan birkaç arkadaşım var, çocukluktan. Biri kumaşçı Mustafa -manifaturacı denmesini tercih ediyor-, Ocakçı Kerim diğeri. Saat yediyi vurdu mu kilidi vururuz kepenklere, Cemil’in Yeri’nde alırız soluğu. Cemil döküntü bir yer, kasabanın uzağında. Eskicene bir kulübe olarak adlandırılabilir. Yasakların asla işlemediği, insanın nasıl oturduğuna hayret edilebilecek bir yer. Mustafa, Kerim ve ben gençliğimizde keşfettik burayı. On yedimizde ilk rakımızı burada içtik, burada devletleri kurduk ve yıktık, dertsiz zamanlarımızda burada dertlendik. Bu cümleyi biraz daha açmam gerektiğini hissediyorum; insan gençken daha güzel dertleşebiliyor, diğer bir deyişle, başkasının derdine ortak olmayı daha iyi biliyor. Büyüdükçe masumiyetlerin azalması mı denir yoksa artık gerçek dertlere sahip olunması mı, bilinmez; dert dinlemek de dert anlatmak da insana ayrı bir yorgunluk veriyor. Neyse, Cemil’in yeri...


Cemil’in yerinde altı masa var, hazeran tipi dörder tane de döküntü sandalye. Aslına bakacak olursanız altı masa olmasının hiçbir önemi yok, sadece biz otururuz. Ne yaparız? İçeriz, Mustafa’nın çocuğu oldu biz burada içtik, Kerim’in işleri battı biz yine burada içtik. Bana hiç içmedik, neden? Benim derdim yok mu? Var. İnsan, insan olur da dertsiz olur mu? Gerçi benim mutluluklarım da oldu ama onlara hiç eyvallahım yok. Üzüntülerimi de mutluluklarımı da asla kendime ait hissedemedim, yabancıydı bana onlar. Bunun da sebebi sanırım insanın kendini uzunca bir süre tanıyamaması, nihayet tanıdığında ise her şey için çok geç olması ve bence bu, Tanrı’nın insana en büyük gazabı.


Geriye dönüp baktığımda Tanrı’dan, Mustafa’dan, Kerim’den, çarşıdan ve Cemil'den hiç hazzetmiyorum. Tabii, en çok da bugün olduğum insandan.


Peki, ben kimim? Ortalıkta kalmış, dünyada ‘’araf’’ı yaşayan, yapayalnız, zavallı bir insan. Yazar olmak isterdim eskiden, vakıa yazar da olmazmış benden, yazdığıma baksanıza!