Kimdi bu Sonya?


Esmerdi Sonya, gözleri yeşile çalan koyu elaydı. Çakmak çakmak bakardı. Küfür ederdi sinirlendiğinde. Sinkaflı küfürler, ana bacı dinlemeden. Uzaktan zabıta mı göründü, basardı küfürü. Birisinin gözü hasbelkader biraz uzun süre oyalandıysa onun üzerinde, yine küfürü basardı. Birisi beş dakika boyunca pazarlık yapar ve bir şey almazsa yine basardı küfürü. Bazen de etrafta kimse olmazdı ve bir kara kedi gelirdi yanına, Sonya’nın yaslandığı duvara sürtüne sürtüne ve Sonya’nın yanına geldiğinde sinsice eteğinin arasını yoklardı bir geçit olup olmadığını görmek için. Sonya yine basardı küfrü. Senin yüzünden bahtım kapandı Allahsız, diye bitirirdi lafını ve bir tekme savururdu kediye.


Yeşil eteğiyle gelirdi vapur iskelesine; elinde güllerle, papatyalarla, mezattan ne getirdiyse babası. Sadece yeşil eteği mi vardı? Tabii ki hayır, bayramlarda giydiği kırmızı eteğinin üzerindeki sarı gömleği yürekleri hoplatır, kışın giydiği siyah paltonun altında ne olduğunu kimse bilmezdi. Üç eteği, üç gömleği vardı ve hepsi de çeşit çeşit çiçeklerle, allı güllü dediğimiz türdendi. Yazmaları, oyaları hep çiçekliydi. Başka türlü olur muydu? Olmazdı. Elindeki çiçekleri mi taşımak zordu elbisesindekileri mi, deseniz elbisesindekileri derim beklemeden. Zira ne kadar küfürbaz da olsa, güneş altında yanan yüzünün şekli diğer çiçekçilerle aynı da olsa, Sonya da en nihayetinde güzel olmak, güzel görünmek isteyen bir insan, bir kadındı. Oysa o haliyle bile ne güzeldi aslında, kendisi bilemedi, kimse söylemedi.


Eline geçen parayı önceleri babasına, sonra da kocası olacak o deyyusa verirdi. Her sattığı çiçek onlar için bir duble rakı, bir şişe bira ya da şaraptı. Çok satarsa çok, az satarsa az. Peki o zaman Sonya neden canla başla uğraşırdı çiçeklerini satmak için? O zamanlar Sonya’nın yüzüne ya da kollarına biraz dikkatli bakanlar için bu sorunun cevabı çok kolaydı: Daha az dayak yemek için tabii ki. Güneşten yanmış kavruk teninde morlukları fark etmek çok da kolay değildi. Bunu iki hafta işler iyi gidip yüzü gözü kendine geldikten sonra iki gün satış yapamadığı zaman daha kolay anlardınız. Ama tabii ki dikkat ederseniz fark ederdiniz bunu.


Aslında çiçek alanların çoğu Sonya’nın yüzünün de gözünün de hatta varlığının da çok farkında olmazlardı. Sonya ise onların neredeyse hepsini ezbere bilirdi. Kır saçlı olan karısına çok düşkün, takım elbiseli olan karısını aldatıyor, deve gibi olan annesine düşkün, şu yeniyetme tekrar gelmeye başladığına göre tekrar birisiyle görüşmeye başlamış, sarışın kadın evde kalmış, komik gömlekli adam kesin bi' halt işledi, öbürü aklınca gariban çiçekçiye yardımcı oluyor -olsun, alsın da- şu çapkın iyi bir adam aslında, bir kere de pazarlık etme be adam! Benim hakkımda ne düşündüğünü hiç söylememişti.


“Gelmiyor musun Beşiktaş’a?” derdim. “Necla beni görünce n’apar bilir misin?” derdi. Üsküdar? Ayşe’yle Fevziye! Moda? Şükran! Kuzguncuk? Güllü! Haha gülcü güllü der güler, yüzünde güller açardı. Herkesin mekanı belliydi. Orda satmak zorundaydı. Makine gibi işlerdi aslında her şey. Bizim şeklini bilmediğimiz, sesini duymadığımız, rengini bilmediğimiz, bazı bahar günlerinde hafifçe kokusu meltemle burnumuza gelse de farkında olmadığımız bir makine. Keşke her şey bu makinenin işleyişi kadar belirli olsaydı şu dünyada. Ne o kendi makinesindeki çarkı bozabilirdi, ne de ben kendimdekini. Bilirdik bunu ama yine de bir anlığına da olsa Beşiktaş’a birlikte gidip orda Necla’dan kaçtığımızı, Üsküdar’da Ayşe’yle, Fevziye’yle laf dalaşına girdiğimizi, Moda’da Şükran görmeden yarım saat dolaştığımızı düşünmek hoşumuza giderdi.


Üniversiteye gidiyordum Sonya’dan ilk çiçek aldığımda, anneler günüydü. Sonya iki haftadır dayak yememişti; esmerdi, gözleri yeşile çalan koyu elaydı, anneme sadece anneler gününde çiçek alırdım. Sonya çiçek satıyordu, parasını babasına veriyordu; ben üniversiteye gidiyordum, paramı babamdan alıyordum. Benimle yaşıttı. Aslında iki yıldır oradaydı ama ilk defa o gün ve o günden sonra her gittiğimde fark ettim onu.


Anneme daha sık çiçek almaya başladım, annem önce anlam veremedi, sonra alıştı, bazen çiçeği alıp anneme vermeden bir köşeye bırakırdım bu yüzden, bazen “hani benim çiçeğim yakışıklı oğlum?” derdi. Kim bilir ne oldu o çiçeklere? Altı ay sonra ufaktan muhabbet etmeye de başladık. Başka müşteri yoksa, bir iki kelime ederdik ama olsun. Bir şeyler var mıydı aramızda? İkimiz de yok derdik, o çiçekçiydi ben de üniversiteli. Zaten bir yıl sonra kız arkadaşım oldu, Sonya da o sıralar evlenmişti. Varsa da duygularımızın üstüne beton dökmüştük böylece. Yine de kız arkadaşıma da Sonya’dan çiçek almaya başladım. Garip olsa da Sonya’nın çiçekleri sayesinde kız arkadaşımla güzel günlerimiz daha güzel geçti, kötü günlerimizdeyse ne olursa olsun barıştık. Sonunda da evlendik.


Beş yıl boyunca çiçek aldım Sonya’dan. Onu son gördüğümde düğünüme iki ay vardı. Acelem vardı, gider gitmez böyle dedim: “Acelem var.” Güldü, “al bakalım,” dedi. “Evlenecen ama gene gelirsin nasılsa.” ben de güldüm. “Görüşürüz o zaman Saniye Hanım.” dedim, yüzünü buruşturdu ama yine de güldü. Aslında adı Saniye’ydi Sonyanın ama küçükken bir akşam bahçede “Artist olacam, adımı da değiştirecem, havalı bir şey yapacam!” deyince adını aldığı babannesi dahil herkes gülmüş, annesi gençlik hayallerini hatırlamış gibi “Sonya yap, o zaman bizi tanımazsın ama Sonya yaparsan bizim de hatırlamamız kolay olur bizim Saniye diye.” demiş, herkes yeniden gülmüştü. Herkes yeniden gülmüş, Saniye kızarmış, görürsünüz siz, demişti. Ondan sonra adı Sonya olmuştu olmasına ama kimse bir şey görmemiş, o da annesinin ve ablasının gittiği yoldan gitmişti. Bunu anlattığı zaman gözü dolmuş, sonra gülmüştü. Bu da aramızda birbirimizi bilir birbirimizi anlarız anlamında bir şaka olarak kaldı. Her defasında önce yüzünü buruşturup sonra gülerdi.


İki hafta sonra gene gittim. Sonya’yı göremeyince, önce her zamanki gibi hastalandı ve onun yerine küçük kardeşini yolladılar sandım. Ablan nerde deyince ağlamaya başladı. Hızlı hızlı eniştesinin içip içip birisiyle kavga ettiğini sonra karşılıklı bıçakların çekildiğini anlattı. Öbür çocuk da komşuları olsa da ikisi de içince sapıtan türden olduklarından kavga büyümüş, komşuları ölmüş, eniştesi yaralanıp önce hastaneye sonra hapse girmiş. Sonya’nın kayınpederi de kan davasına dönecek bu iş diye Sonya da dahil tüm aileyi alıp götürmüş. Kim bilir nereye? Kim bilir ne zaman görürlermiş? Belki de hiç görmezlermiş. “Yapma ya,” dedim, “Haber alırsan söyle bana.” dedim, “Tamam.” dedi. Çiçeği aldım yine de ama içimde bir şeyler olduysa da belli etmemeye çalıştım. Yeterince uzaklaşınca zemberek boşalmış gibi yarım saat, belki bir saat ağladım. Sonra düğün öncesi belki iyi olmuştur deyip hiçbir şey olmamış gibi kalktım eve gittim. Sonya’yla benden başka kimse anlamazdı bunu zaten.


Hem karıma hem anneme çiçek almaya devam ettim ama birkaç ay sonra kardeşi de ben de Sonya’nın yokluğunu kabul etmiştik. İki yıl sonraysa iş için şehir değiştirince her şey tamamen mazi oldu.


Tüm bunların üzerinden yirmi yıl geçti ve dün akşam gittiğimiz sahil restoranında otururken çalgıcılarla birlikte gül satan kadın da geldi. “Gül vereyim mi güzel ablama? Güzel kızlarıma?” dedi, karımı ve kızlarımı işaret edip. Kafamı kaldırıp baktım. Sonya’dan bu yana her çiçekçiye bakardım zaten. Tüm yanmışlığına rağmen ilk defa tanıdık bir çehre vardı karşımda. Üç tane ver bakalım dedim. Hiçbir değişiklik olmadı yüzünde. O sırada çalgıcılar “Ne çalalım ağbi?” dediler. Güllerin parasını verirken “Sancak saçlı Saniyem’i bilir misiniz?” dedim. Çiçekçi Sonya’ya dönüştü ama bir şey diyemedi, ben de diyemedim. Kimsenin bir şey dememesi, sadece müziğin başlaması gerekiyordu ama ben bir şey dersem zaman tekrar rayına oturacak gibi hissediyordum. Nereden istemiştim bu türküyü? Çok şükür karım yetişti imdadıma. “Evet evet.” dedi “Sen çok seversin o türküyü, hadi çalın da neşemiz yerine gelsin.”