1981

Apartmanın kapısı açıldı. Sessiz apartman boşluğuna, dışarıda sağanak yağan yağmurun sesi doldu. Kapıdan içeri; sımsıkı giyinmiş, yüzünü örtebildiği kadar örtmüş, panik içinde etrafını kolaçan etmeden duramayan bir adam girdi. Elinde içi dolu bir çuval sürüyordu. Çuval kavislere ayrılıyor, içinde sanki bütün hâlde ağır bir parça taşıyor gibiydi.

Etrafı tekrar ve tekrar ve tekrar kontrol etti. Ortalığın insansız olduğuna kanaat getirince şalını çenesinin altına indirdi. Ciğerlerinin her zerresine yetecek kadar soluk aldı. Kazan dairesinden gelen kömür kokusu ilk kez hoşuna gitmişti, güldü. Çuval ağırdı. Sürükleyerek geniş apartmanın geniş merdivenlerinin önüne dek geldi. Epey yol getirmişti zaten, bu son radde de cabası olmuş ve adamakıllı yorulmuştu. Ama acele etmeli ve kendini evinin güvenli duvarlarına atmalıydı. Çuvalı ses yapmaması adına kucağına almayı denedi. Ama ne kolları sarabildi ne de yerden iki santim dahi kaldırabilmeye gücü yetebildi. Bir süre tereddütte kaldıktan sonra yeniden sürükleme durumuna dönmeye mecbur kaldı. Çarptığı her basamaktan yumuşak da olsa ses çıkarıyordu çuval. Elinden geldiğince dikkatli olmaya çalışıyordu. Kimseye yakalanmamalıydı.

İlk kata güç bela çıkabilmişti. Daha önünde iki kat, dolayısıyla iki merdiven macerası daha vardı. Tam ikinci kata çıkan merdivenlere kıvrılıyordu ki kattaki dört daireden en yakında olanının kapısı gıcırdayarak açıldı. Kapının üzerinde, gurur meşalesi olarak konduğu belli bir levha vardı. Üzerinde, “Emekli Korgeneral Orhan Mehmet GAZİ” yazıyordu. Çuvalın tuttuğu kısmını sımsıkı kavrayan adam, panik içindeydi. Hareketsiz, öylece duruyordu. En yakalanmaması gereken zümreden insanlardan birine yakalanmıştı. Tamam, diye geçirdi içinden, her şey buraya kadarmış. Parmaklıklar ardında işkenceler görerek sönecek ömrüm. A salak! A aptal! Senin etin ne budun ne böyle işlere kalkışacak?

Emekli korgeneral kapının önüne ağzında sigara, üstünde ropdöşambır ile elleri cebinde çıktı. Sigarasından derin bir nefes alıp dumanını etrafa savurdu. Gayet vakur tavırlara sahipti. Sigarasını iki parmağının arasına aldı. Kalın bir sesle girdi konuşmaya:

— Merhaba.

Çuvalını yerden kaldıran adam da selamladı onu ve “İyi günler,” diyerek merdivene ilk adımı attı. Kuvvetle öksürdü komutan. İstemsizce olduğu yerde durdu adam. Kalbi bir mehteran davulu gibi atıyordu. Ve bu davulun sesi uzaktan hiç de hoş gelmiyordu komutana. Adam içinden, bitti, diyordu, her şey bitti!

Komutan:

— Ne o çuvaldaki bakayım?

— Efendim?

— Ne o çuvaldaki, diyorum. Sağır mısın be adam!

— Ha… şey… bu çuval mı?

— Başka çuval görüyor musun meydanda?

— Yok.

— Yok tabi ya. Söyle bakayım neden heyecanlısın sen? Terledin birden. Ne var çuvalda?

— Hiçbir şey… hiçbir şey yok içinde efendim. Ne olacak?

— Ne olacak?

— Bir iki ıvır zıvır…

—Nereden bu ıvır zıvırlar?

— Kömürlükten.

— Hııı… Bak sen. Ben suç işleyen adamı gözünden tanırım. Altmış ihtilalinde biz nelerle uğraştık haberin var mı senin? Sende de o tip var. Ter içindesin karşımda. Hem biraz daha sıkı tutsan ağzını, yırtacaksın boydan boya koca çuvalı.

Adam daha çok telaşlandı:

— Yok efendim yok! Ne alakası var. Benim sabıka kaydım dahi yoktur. Hiç olur mu öyle şey?

— Sen söyle, olur mu öyle şey?

— Olmaz efendim katiyen olmaz!

Korgeneral sigarasını tekrar dudaklarına götürüp derin bir nefes daha çekti içine. Dumanı ihtiyar dumana eklenince apartmanın koridoru yüzen bir sis bulutu ile kaplandı. Korgeneral şimdi dikkatle inceliyordu çuvalı. Gözleri birden büyüdü, kaşları çatıldı. Ağzından kelimeler o farkında değilmiş gibi çıkıyordu:

— E bu insana benziyor.

O esnada dünya karardı. Her yer simsiyah oldu. Korgeneralin sigarasının santimetrelik kızıllığı hariç görüntüde ışık mışık yoktu. Fırsat bu fırsat deyip elektrik kesintilerine alışık olan ve basamakları karanlıkta sorunsuz çıkabilen adam çuvalı ile beraber ilerlemeye başladı. Evin kapısını aralayarak pencerelerden gelen ışık ile koridoru loş bir hale getiren korgeneral bomboş bir koridor ile karşılaştı. Polisi aramak üzere telefonun başına geçecekti ki vazgeçti. Geçen hafta üç kere ihbarda bulunmuştu ve hepsi gereksiz şüpheden kaynaklı asılsız suçlamalar çıkınca karakol ona tavır koymuş ve en kibar dille başkomiser, bir daha telefonlarına sağlıklı yanıtlar alamayabileceğini belirtmişti. Hâliyle komutanın sinirleri bozuldu. İçeri geçti ve karısı ile beraber film izlemeye devam etti. Karısına:

— Şu apartmanın ışıklarını bir türlü düzeltemediler, o yönetici bozuntusuna tekrar gözükmek gerek, diye yakındı.


Adam çuvalı, çuvallamadan eve ulaştırdığına şükrediyordu. Hayatının en risk aldığı günü bu olabilirdi. Bir daha böyle şeyler yaşamasına gerek kalmadan istediklerini elde edebilmek için Allah’a yalvardı. Sonra çuvalı son gücü ile yatak odasına götürüp yatağın üzerine bıraktı. Mutfağa gidip bir bıçak seçti. İyice biledikten sonra ocakta bir müddet ısıttı. Ardından hızlı adımlarla yatak odasına döndü ve çuvalın ağzındaki tokayı söktü. Çuvalı parçalayıp attığında karşısında cansız bir manken vardı. Kolları bacakları yoktu. Bunlar pazarcıların kullandıkları, üzerlerine gömlek, tişört vs. geçirilen mankenlerdendi. Isınmış bıçağı mankenin kafasına sapladı. Kulaklarına doğru indirdikten sonra sert plastikten yapılan manken çatlayıverdi. Bıçağı kenara bırakan adam hevesle mankeni ikiye ayırdı ve yatağa devirdi. İçindekiler döküldü. Yatakta artık tepeleme kitap vardı. Rengarenk, karton kapak, ciltli, kalın, ince, küçük, büyük… Kitapların yanına kıvrıldı adam, her çeşitten olan kitabın… Kendini cennetteymiş gibi addediyordu. Yüzünde ancak günahsız ve kaygısız çocukların sahip olabileceği bir gülümseme vardı. Bu kitap yığınını eli ile bir süre okşadıktan sonra, içlerinden birini çekti aldı.

Bu kitaplara yasak geldiğinden beridir şiir de okuyamaz olmuştu. En sevdiği şiirleri okuyanlar mahpusa düşmüş, en sevdiği şairlerin adlarını taşıyan saman kağıtları kışlalarda yakacak olarak kullanılır olmuş, en sevdiği yazarlar ve şairler parmaklıklar ardında mahsur kalmışlardı.

Kara düşüncelere gark etmedi huzur hisseden ruhunu. Kitaptan rastgele bir sayfa açtı ve gözüne çarpan ilk dizeyi okudu:

“ne kadınlar sevdim zaten yoktular…”