Amcamgil o akşam çay içmeye gelmişti. Babam salonun başındaki üçlü koltukta, bildiğimiz paşa oturuşuyla, tek başına oturuyordu. Yan koltuktaki amcamın küfür dolu cümlelerini bazen de ona eşlik ederek, hak verircesine dinliyordu. Annemle yengem de mutfaktaki masanın tahta sandalyelerinde oturmuş kıkırdıyorlardı.

 

Çayı demleyip börekleri tabaklarına koyarken onları dinliyordum. Ancak onların sesinden çok, yengem hareket ettikçe kolunda şangırdayan bileziklerin sesini duyuyordum. Servis tabakları ve çay hazırlandığında önce salona gidip amcamla babama ikramda bulundum. “Var mı başka isteğiniz?” diye sordum, duymadılar. Yani, umarım… Sonrasında tezgahın yanında oturan annemlere börek ve çaylarını veriyordum ki annem başıyla işaret edip içeri götürmemi isteyip önümden geçti, peşlerinden gittim.

 

Ben diyeyim yarım saat, siz deyin bir saat, akıllarına geldim. Amcam bana dönüp “Sen de pek suskunsun.” dedi. Gülümsedim.

 

“Benim dilimi kestiniz. Canım yandığında, canıma yanacağım varlığımı aldınız benden. Olduğum olmadı hiç. Olamadım. Ben olarak, dönümlerce ülkenizde özerk bir ben olarak, olamadım. Korktuğumda midem bulandı, kendimi atmak istedim içimden. Dizlerimi çektim karnıma, küçüldükçe küçüldüm. Bu dünyada bir varlığım vardı, o da fazlaydı. Küçüldüm. Küçülemedim. Sıkıştım. Dünya daraldı. Ben genişledim. Özür dilerim, işgal ettim.

 

Bir kusurdum. Kusura bakmamanızı diledim. Öyle ki; aynalardan kaçtım, salkım saçak saçlarım utanmadan bu dünyada yer kapladı. Ben küçüldüm, saçlarım uzadı. Yokluğa karşı mücadele veren bir doğam, inatla üreyen hücrelerim vardı. Ama azalmamı istediniz. İstemediniz mi?

 

Bacaklarımı örtmediniz mi? Rahmimi sansürleyip bir zamanlar hayat potansiyeli taşıyan kanlarımı silmediniz mi bedenimden? Kahkahalarımı dindirmediniz mi? Ayaklarımı küçük, bileklerimi ince, burnumu fındık, lokmalarımı minik dilemediniz mi? Odanın köşesinde değil miydi benim minderim? Ne hoş, o minder benimmiş gibi hissettim.

 

Sokaklar sizindi. Sahalar, kürsüler, geceler, dağ yolundan izlenen manzaralar, sahiller, okul sıraları, trafikler… Sizindi. Onlar hiç benimmiş gibi hissetmedim. Adımlarım dahi benim değildi. Kıraathanelerin önlerindeki kaldırım taşlarına uymazdı ayakkabımın izi. Yolum geçse dahi oradan… Neyse, yolum da benim değildi.

 

Gün geldi ki taktım kalın ayak bileğime halhalımı. Saçlarımı uzattım, sevgilimin omuzlarını sardı. Bazen de savurdum bir o yana, bir bu yana. Saçlarım, benim için vardı. Sahalarda koşturdum, kürsülerden size seslendim, mayomu giyip sahilde tenimi güneşe verdim. Ne büyük çılgınlık… Kırmızı ayakkabılarımı giyip sokaklarda gezdim. Bir gece dağ yolunda izlenen manzaralar mı... Bekleyin, ona da sıra gelir.

 

Çıldırmadım. Yalnızca vardım. Ama… Yaşayacak kadar çıldırmalıydım belki de. Öyle ya; dünyanız, aklım başımdayken yaşanacak yer değil.”

 

“Yok amca, yorgunum biraz. Ondandır.” dedim.



Fotoğraf: @ozumcanakin