GÜN-26
Kabusa dönüşen rüyalar tekrar yüzünü göstermiş bulunmaktadır. Çıkışlarımız sağ taraftadır. Tehlike anında kafanızın tam tepesindeki saçlarınızı kazıyıp, kafanızın tam tepesinde oluşan boşluğa bir damalı haç çizmeniz rica olunur. Panikler ya da korkuya kapılırsanız derin derin nefesler alıp geriye vermenizi tavsiye ederiz. Geri vermeme durumunda karşı karşıya kalınması muhtemel olan şişme, morarma, boğulma ve ölme vakalarından kurumumuz kesinlikle sorumlu değildir. Bu koşullar altında, üstte belirtilen durumların herhangi birini yaşamakta olan siz değerli müşterilerimize kesinlikle ilk yardım uygulanmayacak, uygulamaya çalışanların boyunlarına büyük fontlarla sevgililerinin ismi dövme yapılacaktır. Dövme sanatçısı arkadaşımız kabin amirimizin yanında uyuklamaktadır. İhtiyaç dahilinde kullanmaktan çekinilmeyecektir. Tehlike anında lütfen kapıyı açmaya çalışmayınız. Kapının açılması durumunda, tekrar kapanmamaktadır. Bu koşullar altında çilingir bulmak imkansızdır. Ayrıca camların açık olmaması sizi yanıltmamalıdır. Sadece kapının açılması dahilinde var olacak cereyan, boynunuzun tutulmasına hatta ve hatta yüz felci geçirmenize bile sebep olabilir. Yüz felci geçiren hastalarımıza kesinlikle ilk yardım uygulanmayacaktır. Çünkü yüz felci geçiren bireylerle ilgilenen sağlık çalışanlarımız, şu ana kadar yaptığımız araştırmalar sonucunda elde ettiğimiz bilgilere göre gülme krizine girmekte, "bu ne amına koyayım, ağza bak salya akıyor lan ha-ha-ha" tepkisini istisnasız vermektedirler. Uzun lafın kısası sevgili müşterilerimiz, değerli konuklarımız, güzel insanlar, önceliğimiz kendi keyfimiz olup, sizler bir gram sikimizde değilsiniz. Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. Tercihlerimizin sonucu böyle çıkıyor ya bazen, aslında çok eğlenceli değil mi bir yandan? Sakince ve dışarıdan bakabildiğiniz anda güzel malzemeler çıkıyor sanki. Bir insanın hikayesi olması çok değerli benim için. Burada şunu demeye çalışıyorum: Sıradanlığın ötesinde maceralar. Her gün başınıza gelmeyen şeyler. Duyulduğunda hassiktir dedirtecek olanlar. Kasabamda yaşayan balici bir arkadaş vardı. Bir gün giriyor markete, bir kutu bali istiyor. Market çalışanı baliyi siyah torbaya koyup uzatıyor. Çocuk baliyi poşetten çıkarıp poşeti adama uzatıyor, beyaz poşet istiyor. "Ne yapacaksın oğlum beyaz poşeti? Sanki maket yapacaksın elindekiyle, dök iç işte" diyor market çalışanı. Arkadaş da "siyah poşet kanserojen" diyor. Bir başka gün de üç katlı bir binaya plastik su borusundan tırmanıyor kafası güzelken. Orada sevgilisine asılan çocukla kavga ediyor, felsefi bir tartışma yapıyor ve daha nice işteş eylemleri tek başına gerçekleştiriyor çatıların kahramanı. Daha sonra kafası normale dönüyor ve oradan inemeyeceğini fark ediyor. Bir arkadaşını arayıp "ben kültür merkezinin çatısında kaldım. İtfaiye çağır" diyor. Çocuk da kim bilir ne yaşıyor yine bu deyip takmıyor önce. Sonra ısrara dayanamayıp, bir de eğlence çıktı bana diye düşünüp gidiyor kültür merkezine, herif harbiden çatıda. İtfaiye geliyor ve bir bölümü daha üç canla tamamlıyor çatıların küheylanı. Çimlerde otururken Fatih dayı geliyor. Elinde plastik bardağı. Varsa bir yarım bardak biranızı paylaşır mısınız benimle diyor. Koymaya başlıyorsun, yeter yeter diyor yarısında. Bu insanlar dilenci değil. Bu insanlar sadece insan. Senin cebindeki para şu adamın üzerinde olsa kaç kişinin hayatını değiştirir hayal bile edemezsin. Sizler zaten böyle bir dünyayı hayal bile edemezsiniz. Etrafımdaki herkes manipülatör olduğumu fark etti. Bu beni bir üst seviyeye çıkaracak ve öğrenmemi, gelişmemi çok hızlandıracak. Çünkü artık bilinçli deneklerle karşı karşıyayım demektir. Yani onların, benim manipülatör olduğumu bilmelerine rağmen tuzağıma düşmeleri gerekiyor. Bu tuzakları artık daha zekice ve üzerine daha çok düşünerek kurmam gerekli. İşte karşınızda Can'ın kalıntıları! Bütün hayatıma işlemiş. Yıllardır üzerimde yaptığı küçük manipülasyonlar meyve vermeye başlamış. Artık o yokken bile onun yolundan ilerliyorum. Can bana babamdan kaldı, benden çocuğuma kalacak. Nesillerdir zihnimize yapışan ve bizi kontrolü altında tutup ölümsüzlüğe erişmiş bir karanlık ruh. Güçlü ve diri bedenlere geçirip dişlerini, ölene kadar emiyor kanlarını.
GÜN-27
İnsanları birbirine bağlayan en güçlü şey maceralardır. Dağcılık yaptığım zamanlardan bir deyim geliyor aklıma: "Biz seninle beraber el dondurmadık" Bu alt dönemlere söylenen bir deyimdir. Eğitimimi aldığım kulüpte dönemcilik askeri sistem gibiydi. Bir sene eğitim alırsın ve dönem arkadaşlarınla aranda inanılmaz bir bağ oluşur. Çünkü beraber el dondurmuşsunuzdur. -25 derece, Niğde-Aladağlar. Bir haftalık eğitim kampı. Karlı yamaçlardan aşağıya yüzlerce kez yuvarlandığın, karın metrelerce altında gece geçirdiğin, duvarlar örüp soğuktan tir tir titrediğin bir hafta. Yuvarlanmanın etkisiyle göt deliğine kadar giren kar tanelerinin vücut ısınla buluşup suya dönüşmesi ve bu suyun soğuk hava karşısında donma eğilimi göstermesiyle ayakların ve ellerin sürekli mor geziyorsun. Muhtemelen en az bir kez ya ayak ya da el parmaklarından biri donuyor. Küçücük çadırın içerisinde, yanında bir haftadır leş gibi kokmuş halde oturan arkadaşınla beraber titrerken durup düşünüyorsun ve o an o adamdan ya da kadından başka hiçbir şeye sahip olmadığını görüyorsun. Maceraların daha düşük seviyeli olanları, gündelik maceralar diyebileceklerimiz var bir de. Bir insanla ne kadar uzun süre vakit geçirirsen o kadar biriktirirsin bunlardan. Hayatım, birbirine ardı ardına bağlanmış olaylarla ilerliyor bu aralar. Biri diğerini getiriyor. Biri, diğeri oldu diye var olabiliyor. Ben de buna uyum sağlıyorum. Zincirin bir sonraki halkası için karar vermem gerektiğinde zincirin ilerlemesi yönünde çaba sarf ediyorum. Bazen bu hayatımı çok kötü etkileyebilecek ihtimaller içerse de. İnsanlar görüyorum. Yüzlerinde bir orospunun yıpranmışlığını taşıyan. Öylesine yorgun, öylesine çaresiz... Bazen kendini göstermek için deliye dönmüş kadınlarla karşılaşıyorum. Makyajlar, dekolteler... Teşhirciliğe hiç tahammül edemedim. Destekli bir sütyen gördüğümde mesela, yanımdakilere dönüp: "aaa tuzak!" diyorum. Destekli görünce tuzak diye bağıran bir nesiliz biz. Bizi kimse kandıramaz! Bugün efsane geri döndü. Bir buçuk sene önce bir delilik sonucu kıydığım çocuklarıma tekrar kavuştum. Kıydığımda otuz üç taneydiler. Şimdiyse tam tamına kırk yedi. Daha mutlu hissetmeliydim şu an aslına bakarsanız. Ancak bir takım delilikler işte, depresif karmaşalar. Can gider, depresyon gelir; bu hep böyle olmuştur. İntikam gider, korku gelir. Sahi ya, sizce intikam insanları birbirine bağlar mı yoksa uzaklaştırır mı? İyi düşünün. İki büyük düşman düşünün mesela. Yıllardır birbirlerinden intikam alır dururlar. Birinden intikam alabilmek istiyorsan onun zaaflarını bilmelisin. Hep demişimdir, bir insanı gerçekten tanımak istiyorsan önce zaaflarını bileceksin. İntikam peşindeysen, karşındakini onun etrafındaki birçok insandan daha iyi tanıyorsun demektir. Belki de gerçekten birbirine bağlıyordur insanları. Hamurabi kuralları eskidiği için mi değersizleşti, kusurlu bulunduğu için mi? Yüzyıllardır içselleştirip tüketmiş olabilir miyiz peki bu sistemi? İçimizde kalmış, kalbimizin bir yerine tırnaklarını geçirip kana karışmaktan kaçmayı başarabilmiş son vahşilik taneleri ne de güzel ele geçiriyor bazen bizleri. Yok sayıldığında mesela. Yardım istemek illa yardım edin diye bağırarak yapılmaz. Bazen bir bakış, bir söz oyunuyla istersin yardımı. Bir ofla, bir dudak büküşle... Bir şeyi bir kez dile getiriyorsan eğer o bir fikirdir. Aynı şeyi birden fazla kez arka arkaya dile getiriyorsan eğer, o bir ihtiyaçtır. Senin ihtiyaçlarını görmezden gelen bir insana tanıdığın mesafe azgın dalgalar gibi medcezir yapmaya başladığında, görmezden gelinmenin yanına bir de yorgunluk eklenir. Bir insanı daha kendinden uzaklaştırmak zorunda olmanın yorgunluğu... Bin bir müsibete gebe geceler olur bazen. Hissedersin. Yok olmak, güvenli bir yerde olmak istersin. Mendilci çocuktan korkarsın; alacak mısın abi diye sorar diye. Sinyalci abladan korkarsın para isteyecek diye. Yanından geçen insanlar bile ürkütücü gelir. Polisin yanından geçersin, acaba durdurup zehir ederler mi gecemi diye senaryolar kurmaya başlarsın. Eşgalin faça diye itilip kakılmaktan, yürüyen insanlardan, uçan kuştan korkarsın. Martılardan mesela. Sahi, martılar neden böylesine kahkaha atarlar?
GÜN-28
Bir canlıya cennet yaşatmak her ölümlüye nasip olmaz. Tanrıcılık oynasana benimle. Sadece insanların değil, tüm canlıların zihinlerine girebilmek gerekli. Neden mi? Çünkü insanoğlu asla doymaz. Emin olun bir kez ölümü tadan kişi, ister istemez tekrar ölmeyi isteyecektir. 26 Mayıs çocuklarımın doğum günü. Sanırım ilk kez bir doğum gününü hatırlamaya çalışacağım. Onlara kavuşmak, eski anılarımı canlandırdı. Şimdi üç sene öncesini düşündüğümde, zamanın üzerimde yarattığı korkunç değişimi görebiliyorum; bakış açımın nasıl değiştiğini, ne kadar çocuk olduğumu ve ne kadar çocuk kalacağımı... Ne olursa olsun öğrenmeliyim. Öğrenmeyi bıraktığım zaman hayattan kopuyorum. İnsanlardan vazgeçmemeliyim. Kendimi tekrar yalnızlaştırmamalıyım. Can'la mücadele etmeyi bırakmamalıyım. Kaybettiklerini geri kazanmak çok güzel hissettiriyor. Kaybetmişliğin verdiği o rezil yetersizlik hissinin ortadan kalkması çok tanrısal bir his. Kapıyı çarpıp terk eden hislerin uslu uslu tecrübelere dönüşmesi nefes aldırıyor insana. Hayatın, önüme bir bilgisayar oyunundaki puan veren elmalar gibi çıkardığı pozitifliklerin tükeneceğine inanmıyorum. Her şey çok güzel olacak. Benimle ya da bensiz... Etrafımdaki insanların başına güzel şeyler gelecek. Onlara enerjimi vereceğim ve yükselecekler. Pozitif düşünceler, iyi iyiyi çekerler, her şey mükemmeller. Şimdi bağdaş kurup oturuyoruz ve evrene sevgimizi gönderiyoruz. Bakın, hissediyor musunuz karnınızdaki karıncalanmayı? Evet hissediyoruz! Bizler de hissediyoruz. Bizler, savaşın ortasında kimyasal bombalarla mücadele eden, bizler kerpiçten evlerimiz arasında hastalıktan ölen küçükbaşlarımız arasında ağlayan, bizler şehrin pisliğinin akıtıldığı coğrafyada hayatta kalmaya çalışan çocuklar... Hepimiz hissediyoruz midemizdeki gurultuyu. Sizler buna açlık diyorsunuz; enerji için teşekkürler. Hayatın bundan sonra beni nereye götüreceğini bilmiyorum. Yıllar sonra önüme koyduğum hedefe olan inancımı da yitiriyorum; her şeyimi bağladığım, eğer başarabilirsem yepyeni bir hayata sahip olacağım ve en önemlisi kendimi kendime kanıtlayacağım hedefimi... Yıllarca bokun içine batmış bir halde var oluyormuş gibi yaptıktan sonra, bu süreci kenarda bırakıp hayata yeniden adım atma iddiamı gerçekleştirebileceğim, kendimi o boşluktan kurtardığımı gerçekten kanıtlayabileceğim tek yol. Eğer başarısız olursam, kendimi kanıtlayabileceğim yepyeni bir yol bulmam gerekecek. Ve ben çok üşengeç bir insanım. Ölümsüz olmak istiyorum. Sonsuza kadar öğrenmek istiyorum.
GÜN-29
Hevesimi kaybettim. Ümidimi yitirdim. Ne diyeceğimi bilemez haldeyim. Uzak kaldım. Yaklaşık bir aydır hiçbir şey yazamıyorum. Sözde her şeyimi paylaşacaktım sizlerle, söz vermiştim kendime ne olursa olsun yazacağım diye. Demek ki ben, verdiği sözlerin ardında duramayan bir piç kurusuyum. Çok şey yaşandı. Çok şey değişti. Ben değiştim. Onlardan biri oldum artık. Yıllardır karşısında durduğum, salak olarak nitelendirdiğim, kölelerden, güçsüzlerden, sistem köpeklerinden biri haline geldim. İki hafta öncesine dek değerlerimi, inandığım şeyleri yıkmama sebep olacak bir şeyle karşılaştığım anda önce onunla mücadele eder, tüm gücümle savaşır, eğer kazanamadıysam da değerlerimi yıkmak yerine kaçar, terk ederdim. Hiçbir şey bana inandığım şeylerin yok edildiğini gösterememişti o zamana dek. Sonra çaresiz kaldım. Bir yanda doğduğum topraklara geri dönüp cehennemi yaşamak, diğer yandaysa içerisinde hiç olmadığım kadar mutlu hissettiğim bu alanda kalmak vardı. Bu alanda kalmak içinse çok para gerekiyordu. Çok para dediğime bakmayın, her yere yürüyerek giden, haftada altmış lira tütün masrafı olan, dışarda yemek yemeyen, alkol kullanmayan biri için hayat oldukça az parayla dönebiliyor. O yüzden evin götü ağır geldi kenarda duran parayı yiyerek geçinince. Bir kafenin ilanı üzerine numaramı bıraktım, patron gelince sizi arasın dediler. Her gün geçtim kafenin önünden. İlanı kaldırmadılar, üstüne üstlük beni aramadılar. Görüşme yapsak, tipimi, konuşmamı beğenmesen anlarım. Herkes herkesi sikiyor. Sonra bir yerde işe alındım. Böyle kasıntı, müşteri götü yalayan, kafe mi bar mı restoran mı belli değil, değişik bir yer. Böyle jilet elbiseler, ful makyajlar falan. Göt yalatmayı sevenlerin geldiği, göt yalamayı seven insanların çalıştığı bir mekan. Ben o güne dek hep anarşist mekanlarda çalışmışım. Bizde öncelik müşteri falan değildi. Mekan, çalışanlar ve keyifti. Önce keyifli olacaksın, eğleneceksin, mekanın işleyişini aksatmayacaksın sonra müşteri gelirse gelir, beğenmezse gider. Burada ise mekanda sandalyelere oturması yasak personelin. Sigara içmek isteyen sokağın sonuna kadar gidip mekandan uzaklaşacak. Ama işletmeci mekanın kapısı önünde sigara içebilir. Müşteriye ikram ettiğin cipslerden turşulardan meyvelerden kemirmek yasak. Oturmak yasak. Saçma sapan tişörtlerden başka bir şey giymek yasak. İsimle hitap etmek yasak. Kısacası çalışanını köpek yerine koyan, şatolarda, mutfakta yemek yiyen ve sürekli itilip kakılan hizmetçiler gibi gören bir alanmış orası. İlk iki gün para vermiyorlar, işten çıkarken alıyorsun o parayı. Teminat. Seni orospu çocuğu yerine koyacağımız için bizden kaçma ihtimalin çok yüksek, bu sürekli başımıza geldi bugüne kadar, o yüzden biz de önlem olarak böyle bir şey geliştirdik. Seni şehrin göbeğinde, en güzel caddesinde ırgat gibi çalıştıracağız ve bizden kaçmanı istemiyoruz. Çünkü artık, kapıda yıllardır asılı duran "bizimle çalışmak ister misiniz?" ilanını çıkartmak istiyoruz. Neyse ki her zaman dediğim gibi ben çok şanslı bir piç kurusuyum ve ikinci gün kendimi bara attım. Barın önünde oturaklar yok. Müşteri barla muhatap olamıyor. Garsona sipariş veriyor, garson sisteme giriş yapıyor, benim önümde fiş çıkıyor, ben de fişte yazanı çıkartıp tezgaha koyuyorum. Müşteriyle sıfır temas. Göt yalamak yok. Temiz iş. Bu evde kalmak istedim. Her şeyden çok... Kalabilmek için paraya ihtiyacım vardı. Bulabildiğim tek iş bu. Saatine beş lira veriyor vicdansızlar. Günde üç fıçı patlatıyoruz ve saati beş lira veriyorlar. Köle oldum. Köle olmaya alıştım. Köle olmayı kabullendim. Bu sefer kaçıp hiçliğime sığınmadım. Bu sefer yetinmedim. İstediğim şey için bedel ödedim. Bir de şu var ki yıllardır fütursuzca eleştirdiğim bu sisteme hep uzaktan bakmıştım. Şimdiyse kucağındayım. Evet kucağındayım ve inleyerek ileri geri hareket ediyorum. Onlarda saat başı beş lira veriyorlar. Güzel sikiş doğrusu...
GÜN-30
Kafanın içi dolu olmalı ki dışarıya bir şeyler çıkartabilesin. Kafamın içi intikamla doluydu mesela bugün. Onun bana hissettirdiklerini, ona hissettirmeliyim. Bana hissettirdiklerini anlamayıp, yaptığı zorbalığı meşrulaştırmaya çalışmasının bedeli bu olmalı. Kana kan, dişe diş. Yirmi birinci yüzyılda yaşayan bir hamurabiseverim ben. Hamurabi sevici. Tüm zihnimi ele geçiren muhtemel intikam senaryolarıyla boğuşup nefes almaya çalışırken, bir yandan adım gibi biliyorum ki karara bağlayıp aralarından birini seçene dek bu böyle devam edecek ve beni yavaşça öldürecek. Birkaç tanesini seçip yola koyulduğumda artık her şeyi yıkmaya ramak kalmış olacak. Aksiyon başlıyor, can yakılıyor ve yıllardır etrafımdaki tüm insanları bir bir kaybedişim gibi burada da, belki beni hayatım boyunca en çok mutlu eden yerlerden birinden daha yok olacağım anda gülümsüyorum. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyor. Ağlama isteği doluyor içime ancak koca duvarlarımı aşamıyor. Ama biliyor musunuz? Bir an bile titremiyor ellerim. Yüzümde piç bir gülümsemeyle, karşımdakinin gözlerinin içine baka baka yapıyorum pisliğimi. Aslında bu pislik, ortaya daha büyükleri çıkmasın diye yapılıyor. Dedim ya, senaryoları durdurabilmek için birini seçmeliyim diye. En az zarar verebileceğini düşündüğümü seçiyorum ben de. Çünkü her geçen an daha ölümcülleri peydah oluyor zihnimde. Geçen zamanların, yitirdiğim güzel dostlukların aksine bu sefer 'ne yarak yersen ye' demiyor karşımdaki. Mantık düzleminde yaklaşıyor, en büyük zaafımı bilircesine. Susuyorum. Mantıksızca hareket ettiğimi görüyorum. Anlaşıyoruz. Bir anda hiçbir şey olmamış gibi oluyor, tüm yaptıklarımı düzeltiyoruz beraber. Taşak geçiyoruz fevriliğimle, yaptıklarımla. Bu güzel evde, bu güzel insanla geçirdiğim vakitler her geçen gün biraz daha değerli oluyor. Başkasının deliliğine dokunabilmek, onun iyi olmasını istemek, onu sevmek harika duygular. En güzel tarafı da eğlence... Bitmek tükenmek bilmeyen bir eğlence. İnsanlara neşe kaynağı olmak kadar beni mutlu eden bir şey yok sanırım. Her türlü şaklabanlığı yapabilir, kurulan her oyuna dahil olabilir, bilinçlice gaza gelebilirim. Sadece oyuna uyayım ve eğlenelim diye. Geçmiş yıllarda yaşasaydım kesinlikle kral soytarısı olurdum. Bugün prezervatif almak için önce marketleri, sonra eczaneleri dolaştım. Eskiden her markette satılırdı, artık insanlar kolay ulaşsın istemiyorlar. Herkesin yirmi sekiz tane çocuğu olsun, günün yirmi beş saati köpek gibi çalışsınlar, boğaz doyursunlar, düşünmeye vakitleri kalmasınlar, oy versinler, vermezlerse de biz sahte oylar yapalımlar... İnat ettim, eczanelere daldım. Bir kutusuna kırk beş lira dediler. Kırk beş lira! Peki ben ne yaptım? Gittim markete, 3.75 tl ye ıslak mendil aldım. Hükümet beni yıldırdı. Hükümet beni yendi. Kendi doğum kontrol yöntemimizi yapmamız için bizi teşvik eden, yani yaratıcılığımızı ve zekamızı geliştirmemizi isteyen çok düşünceli ve sevgili hükümetimizin, biz sikişmeyelim diye zamlayıp durduğu ve satışını her yerden kaldırmış olduğu kondomlar... Hükümet beni yendi... diye düşünürken canım BİM'ciğime gidip bir baktım ki beşlisi 12.5 tl. Bilindiği üzere benim temel hırsızlık mecralarımdan biridir Birleşik İslam emirlikleri ltd şti aş Merkezi. Evin kahve ve Nutella ihtiyacını oradan karşılıyorum. Başka bir marketten aldığım ucuz bir şeyi büyük torbaya koyduruyorum. Sonra bime ya da başka markete gidip bir tane sepet alıyor ve elimdeki torbayı ağzı açık olacak şekilde sepete koyuyorum. Alışveriş yapıyormuşçasına elime aldığım malzemeleri, sepete atıyormuşçasına torbanın içine koyuyorum. Kameralardan yakalanma şansım yok.