GÜN-46
Karanlığını görünce hayatın, bir şey olmuyor sonra, bir mucize mesela. Yine de bir gülümsemedir geliyor, yapışıyor insanın suratına. "Ne yapalım, bizim yarınlarımız da böyle." Ne yapalım deyip kabulleniyoruz. Ne yaparsak yapalım olmayacağını bilerek. Bu kadar karşılıksız olur mu hiç emek? Hani mücadele etmeden kazanmak yoktu? E mücadele edince de kazanmak yoksa ne yapacak insanoğlu? Yarınlar karanlıkken böylesine, nasıl gülecek yüzler? İşte böyle, küfrederek, vazgeçerek, dizlerinin üzerine çökerek! Benim dizlerim paramparça. Kocaman bir savaş alanı olan hayatta, dizleri defalarca yere çarpmış, parçalanmış, kalkabilmek adına her yola başvurmuş, dizlerinin üzerindeyken yapılabilecek ne varsa yapmış –en kötülerini bile- ve sonuç olarak her seferinde ayağa kalkabilmiş biriyim. Ta ki yeniden düşünceye dek. Bunlara rağmen sırtı hiç yere gelmemiş; hiçbir ağırlık çökertememiş sırtını. Sürünmüş, aylarca, kolları da paramparça olana dek sürünmüş. Sürüngen biri. En çok sevdiği hayvan olan yılanın kaderini paylaşan biri. Doğuştan kolsuz ve bacaksız, bununla yaşamak zorunda olan biri. Her an yeni düşeceği zamanı kollamak zorunda olan biri. Çünkü zihni ve bedeni darmadağın. İki sene dizlerinin kemikleri görünene dek sürünmüş, yerle bir olmuş, kıpırdayamaz hale gelmişken bir yolunu bulup yine ayaklanmış, önce yürümeye, sonra koşmaya çalışmış, en sonunda yine tutmaz olmuş ayakları, yerle bir olmuş, kafasını taşa çarpmış ve baygın yatan biri. Ancak yine kalkacak. Bulacak bir yolunu ve kalkacak. Bir günlük yazıyor mesela. Bir gün onun yazdığı günlüğün cümleleri insanlar tarafından paylaşılacak. Sosyal medyada gündem olacak. Duvarlara yazılacak sözleri. Can diyecek herkes. Ah, orospu çocuğu! Ah, katil! Bir gün dostlarım, en büyük isteğimi gerçekleştireceğim. İnsanlara dokunacağım. Başka bir yol olduğunu bağırabileceğim onlara. Bizlerden çok olduğunu, yalnız olmadığımızı anlatabileceğim. Yalnız değiliz. Yalnız olmanın ne demek olduğunu bilen ve ölmüş birçok insanla beraberiz. Sadece birbirimizi göremiyoruz çünkü bizler adaptasyon konusunda evrimin en üst basamağında yer alıyoruz. Saklanmanın önemini bir ahtapottan daha iyi biliyoruz. Sessiz kalabilmeyi, kimsesiz de yaşayabilmeyi biliyoruz. Bizler doğuştan şanssızız. Etrafımızdaki şanslı köpeklerin varlığıyla yaşamak zorunda, isyan edip cevap alamamak durumundayız. Ve dostlarım, üzülerek belirtmek zorundayım ki ümit çok uzaklarda... Bizler birbirimizi bulmadığımız, saklandığımız deliklerden çıkmadığımız, kenetlenmediğimiz sürece, birlik olup tüm insanlığa savaş açmadığımız, duvarları doldurup sokakları ele geçirmediğimiz sürece şanslı insanların hükmü bitmeyecek. Ben artık çok sıkıldım. Ve sizlere sesleniyorum: Bulun beni. Bulun birbirinizi. Saklanmayın. Öylesine gülelim ki bu orospu çocuklarına, bunca şanssızlığa rağmen nasıl gülebilir bunlar, biz neden gülemiyoruz bu kadar deyip kendilerini öldürsünler. Evet dostlarım. Hepsinin ölmesini istiyorum sanırım. Dünya karanlığa bürünsün, içinde kahkahalar yankılanan karanlığa. Çünkü adım gibi biliyorum ki bu insanlardan kurtulduktan sonra kahkahalarımız yankılanacak vadilerde, şehir duvarlarında, kapital düzende, sessizlikte. En çok da sessizlikte... Sessizliği öldüreceğiz dostlarım. Bizim sessizliğimizi. Çağlardır süren, biz saklandıkça büyüyen bu sessizliği. Biz sessizliğimizi öldürdükçe onlar ölecek. Biz kahkahalar attıkça onlar ölecek! Yarınsız günlerimizi, ertesi günü nasıl geçireceğimizi bilmemezliğimizi, kimsesizliğimizi, geceleri, dolunayı, günün ilk saatlerini, şarabımızı, cigaramızı kuşanıp çıkacağız sokaklara ve kahkahalar atacağız bu sistem kölelerine! Bizler çok güçlüyüz. Bunun farkına varın artık! Sense8'teki Homo sensoriumlar ne ise bizlerde oyuz bu dünyada. Diğer insanlardan, basit ve çarkın parçası insanlardan daha üstünüz. Çünkü biz ne acılar gördük de ölmedik. Çünkü bizim çektiklerimizin binde birini çekip bileklerini kesiyorlar. Bizler değiliz bağımlı olan. Asıl bağımlı olan onlar! Zihinlerini uyuşturabilmek için zamanı kemirip duran aptallar sürüsü! UYANIN! AYAĞA KALKIN TEKRAR, NE KADAR ZOR OLSA DA! Ve o küçücük, o uzakta ışıldayan umudu kucaklayıp yükselelim bir sonraki düşüşümüze kadar. Ben artık susamıyorum dostlarım.
GÜN-47
Geçmişte yazdığım yazılara dönüp baktım bugün. Çalıştığım yerdeki küçük bir kadın sebep oldu buna. Güzel, sevimli, azıcık teşhirci. Gözlenmek, fark edilmek isteyen. Çekici bile sayılabilirdi birkaç yaş büyük olsaydı. Ya da hala sayılabilir mi acaba? Nefes alsa yeter mi? Ya da bacakları yere değse? Ah be... Keşke Müslüman olsaydım. Yetimdir deyip sahip çıkardım, ne güzel olurdu. Her neyse bırakalım saksoyu da söyleyeceğimizi diyelim. Eski yazılarıma baktım. Ortaokuldan bu yana olan, kimselere söylemediğim yazılarıma. Ne kadar da değişikmiş kafam... Ara ara onlardan paylaşacağım sizlerle. Görün neler geçirmiş bu zihin, ne hale gelmiş zaman içinde. Kalitesinden değil, oldukça acemice ve saçma çoğu ancak en başından yaptığım gibi size kalite değil, bir zihni sunmayı amaçlıyorum. O zaman da Can'la konuşuyormuşum durmadan. Sizlere özel ya da yeni bir şey değilmiş bu. Bunu fark etmek hem güzel hem de üzücü biraz. Karışık duygular içindeyim ve hiçbiriniz sikimde değilsiniz. Bir Ankara zamanından, İzmir'e yapılan endemik seyahatlerden birinde yazılmış bir yazıydı bu. Zihnimi odaklayacağım hiçbir şey kalmadığında kendimi bir kadına aşık ettiğim bolca zamanlardan birinde. Evet, eskiden bunu sıkça yapardım. Asla ulaşamayacağım bir kadın seçer ve kendimi ona aşık ederdim. Aşk kontrol edilebilir bir duygudur arkadaşlar. Çünkü zihin kandırılabilir eğer yeterince çalışırsanız. O zamanlar zihnimde iyi hükmederdim, sonra çok delirdim...
Neden bu kadar korkak olmak zorundaydık? Tarihin başlangıcından beri zaman insanlığa en büyük savaşı açmış ve açık ara galip gelirken, sürekli birilerini, bir şeyleri bizden alıp götürürken biz nasıl böylesine görmezden gelebiliyoruz her şeyi?
Yeniliyoruz Can. Asırlardır yeniliyoruz ve hiçbir şey öğrenmiyoruz. Yaşam alanı insanlar tarafından ele geçirilmiş böcekler gibi sürekli öldürülüyor, zehirleniyor, sakat bırakılıyoruz. Buna karşı yapabildiğimiz tek şey üremek. Hunharca üremek. Hiçbir savunma mekanizması geliştirememişiz, hiç bir bok öğrenememişiz. Helikoptere okla saldıran ilkel kabileler gibiyiz. Gidiyoruz ve ölüyoruz paramparça. Bazen ölemiyoruz da. Zaman, barbar insanlar kadar vicdanlı değil çünkü. Bir seferde değil, yavaş yavaş öldürüyor. Acıta acıta, kanata kanata. İşin kötü yanı kanamaya ya da acıya alışmamızı da engelliyor. Biraz ümit koyuyor önümüze, yenebileceğimizi düşündürüyor. Her şeyin değişebileceğini, güzel olabileceğini. Biz de her seferinde düşüyoruz bu tuzağa. Uslanmadan. Yarın yok Can! Dünse birkaç anıdan ibaret. Nereden biliyorsun yaşadığımızı? Ya sadece zihnimiz yarattıysa bunca şeyi?
Mesela dün: sadece yanımda oturmuştu belki. Öylece, uzağımda. Gitmemi istemişti bir an önce. Gerçekten öpmemişti beni. Yan yana oturmuş ama ayrı odalarda uyumuştuk. Bense onunla seviştiğim anlar yarattım ve buna inandırdım kendimi. Bu kadar basit zihinlere sahip olduğumuzu fark ettiğimden beri bu ihtimal her geçen gün daha da olası geliyor artık. Bunu sadece ben mi görebiliyorum yoksa insanlar da bunun farkındalar ve hiçbir şey yapmıyorlar mı? Sanmıyorum. Benim kadar korkak olamazlar. Benim kadar aptal olabilirler, ama korkak olamazlar.
Anlatmalıyım onlara. Geri döndürülemeyen zamanı, çabalamadığımız her şeyi kaybettiğimizi, bir daha asla ikinci şansımızın olmayacağını, bir dere olmadığını ve hiç yıkanmadığımızı.
Belki o zaman onlar bir şeyler yaparlar. Onlar yaparlar ve ben kaybetmem zaman içinde. Yine oturur beklerim koltuğun kenarında bana dokunmasını gözlerinin, gelir dokunursun sonra. Aptalsındır benim kadar, ama korkak değilsindir artık. Yardım et Can. Kaybedecek bir şeyin kalmadığında bir sonraki yitirdiğin nedir kendinden başka?
GÜN-48
Beslenmek gerek. Yazabilmek adına dolmak gerek önce ki taşabilesin kağıtlara. Bunun için sosyallik gerek. İnsan gerek. Acı gerek; hüzün, gülmek, korkmak, çaresiz kalmak gerek. Bilinmezlik gerek. Bazen yalnızlık gerek taşabilme anı için. Bazen kahkahalar gerek neşeni anlatabilmek için. Çalışmak gerek. Üç kuruş paraya, bazen kiranı çıkarmaktan bile uzak paralara çalışmak gerek. Bedel ödemek gerek, biraz daha birikebilmek için. Gülümsemek gerek hak eden insanlara. Üstüne bir ceket almak gerek yürüyüşe çıkarken. Soğuktan değil, daha çekici olabilmek için uzun gömleğini giymek gerek. Bir kadınla göz göze gelip gülümseyebilmek için rasta yapmak gerek, birileri sana sorular sorsun diye. Hayalet olmak gerek bazen. Hep hayalet olduysan eğer bu dünyada, arada bir görünür olmak gerek. Çaresizliği en dibine kadar tatmak, koklamak gerek. Korkudan titremek gerek. Bir kadın gerek seni anlayacak. Bir kadın gerek gördüğünde içini titretecek. Bir kadın gerek hiç tanımasan da gözlerine baktığında yıllardır aynı yerde nefes alıyormuş gibi hissettirecek. Birkaç gün oldu onun gözlerine değeli. Yazmaya elim varmadı büyüsü geçene dek. Önceleri kimseyle paylaşmak istemedim saklı ve değerli bir anı olarak kalsın diye. Şimdiyse tüm dünya duysun istiyorum o benimle aynı hisleri paylaşmadı diye. Doğduğum kasabadan kaçmam, buralara yerleşmem, hastalığımın azıp her şeyi mahvetmesi, çaresizlikten ölür halde etrafta koşturuyor olmam, sonsuzlaşan yalnızlığım, okulu kazanamamam, ev arkadaşımın küçük orospulukları sonucu tanıştığım insanın bana açtığı yol ve ardından gitmeyeceğimi bildiğim bu yolun peşine düşmem, her şeyi akışına bırakıp aynı derede defalarca yıkanmam, önüme ne geldiyse eyvallah demem, yapacak hiçbir şeyim kalmadı diye önüme çıkan her şeyi yapmam ve sonunda o gün çalışıyor olmam... Yani ne kadar imkansız gözükse de hayat ve akış karşılaştırdı bizi. İlk andan itibaren bir enerji çekimi oldu ki aramızda ki ben böylesini en son zona olduğum mevzuda yaşamıştım. Ancak bunun yüzde kırkı falandı. İnanılmazdı dostlar. Uzun zaman sonra kalbimin atışı değişti. Mümkünmüş! Kalbinin tekrar çarpması mümkünmüş! O hengamenin içinde muhabbet ettik. Sonra daha müsait bir anda benden tütünümü istedi, otelde unutmuş kendi tütününü. Evet dostlar. OTEL. Gelip geçen bir bedeviymiş sadece. İki günlüğüne buradaymış sadece. Geri dönecekmiş sadece. Bana öylece birkaç kez bakıp geri dönecekmiş sadece. Hayatın onca zamandır üzerimdeki laneti devam ediyor akıl almaz şekilde. Diğer kadınlarda olduğu gibi, okulda olduğu gibi, Balıkesir mevzusunda olduğu gibi, Vinas'ta olduğu gibi, hep ucuna kadar gösterip imkanlı şeyleri sonra avucumdan alması bir anda. Avcuna bir oyuncak koyulmuş, tam oynayacağı sırada da geri alınmış bir çocuğun hissettirdiğini hissettirmekten bıkmadı hayat bana. Sonra yoğunluk geçince yanına gittim. Senden tütünümü geri istemem gerekiyor çünkü sigara içmeye çıkacağım. Ancak ne kadar yanında oturup seninle konuşarak içmek istesem de mekan sınırları içinde sigara içmemiz yasak. O yüzden tütünümü alıp gitmem gerekiyor maalesef dedim. Ya nerede içebiliyorsun? Yolun karşısında dedim. Peki ben de gelebiliyor muyum seninle? Sevinçten dans ederim dedim. Geçtik. Konuşmaya başladık. Deliliğimden bahsettim. Kullandığım ilaçlara kadar her şeyi konuştu benimle, hem de benden hiç açıklama beklemeden. Psikologmuş. Hem de başarılı olanlarından. Bir kongre için gelmiş İzmir'e, iki günlüğüne. Öyle şeyler konuştuk ki dostlarım... O kadın beni öyle bir anladı ki... Öyle cevaplar verdim ki güzel zihnine, takıldık kaldık. Uzattım molayı. Sonsuza kadar bitmesin istedim o an. İnstagram'dan takip etmemi istedi. Ben de mesaj attım, öğle yemeği molamda beraber vakit geçirelim buralardaysan diye, değilmiş. O zaman son kozumu oynayıp dokuz buçukta işten çıktığımı söylemek isterim, özür dilerim seni darladığım için dedim. Planım var ama belki kaçarım yanına dedi, haber veririm. İşten çıktıktan sonra yarım saat dükkanın önünde bekledim, belki ilk göz göze geldiğimiz yere gelir habersiz diye. Çünkü aynı hisleri paylaştığım bir karşılaşma yaşasam, ben giderdim. Gelmedi... Çıkıp Alsancak'a yürüdüm. Muhtemelen oralardadır, kaçarsa eğer vakit kaybetmeden görebileyim diye. Yok... Eve döndüm ümidimi kaybetmiş halde... Gelmedi... Haber de gelmedi... Öylece kaldı. Öylece gitti hiçbir şey söylemeden. Yine ben gözümde tanrısallaştırmışım hakkım olmayan bir şeyi. Yine tüm varlığımla inanmışım ufacık bir ihtimale. Akışa bırakmak demişti, akışa bırakmayı öğrenmek istiyorum. Şimdiye kadar hep konuştum, dinlemeyi öğrenmek istiyorum. Akışa bırakmayı öğrenmek istiyorum demişti. Ona söyleyememiştim ancak şimdi söylemek istiyorum. Akışa bırakmak öylece izlemek değildir. Akışa bırakmak yeri geldiğinde tutup, kendine çekebilmek ya da peşinden gitmektir.
GÜN-49
Nasıl oluyor da hiç umurumda olmayan bir adam, küçük bir tartışmayla bütün keyfimi kaçırabiliyor? Hem de günlerce. Ne kadar da güzeldi işe başladıktan sonra, bütün enerjim zirveye ulaşmış, insanlarla tanışıp arkadaş olabiliyor, iyi ilişkiler kurup neşe içerisinde işimi ve kalanını halledebiliyordum. Nereden çıktı içimdeki bu saçma his? Yanındaki hatunun numarasını aldım diye, ona şov yapmak için üzerime gelen ve saçma bir mevzuyu büyütüp, en kötüsü de çözüm bulmak yerine tamamen saldırmaya odaklı bir şekilde yaklaşan bu küçük karaktersiz solucan nasıl oluyor da benim tüm enerjimi sömürebiliyor anlatın bana! Bir gram umurumda değil benimle bir daha konuşmaması. Ancak neden benimle direkt muhabbeti kesmek yerine saldırıyor? Elimde onun eşyalarından birini tutuyorum diye mi götü yemiyor yoksa gerçekten sadece şov peşinde mi? Gidip dükkanına gaz yağı dökmeli, onun da üzerine dökmeli ardından yavaş yavaş, çığlıklar içinde ölümünü izlemeliyim bir sigara sarıp. Yoksa onun yapamadığı, onun götünün yetmediğini mi yapmalıyım? Gidip onu hayatımdan çıkarmak istediğimi, çünkü benden neşemi aldığını ve benim asla tahammül edemediğim iki şeyden birinin neşemin kaçırılması olduğunu söylemeliyim. Diğeri de haksızlığa uğramak, artık iyice biliyorsunuz bunu. Ve o akşam gerçekten haksızlığa uğradım dostlarım. Bir insan farkında olmadan yaptığı hata için özür diliyorsa ve yapıcı konuşuyorsa eğer o insana artık saldıramazsınız. Tabii çözümcül bir tavırla yaklaşıyorsanız. Yok, eğer sadece sinirse sahip olduğunuz, patlamak için bir kadının yanını seçtiyseniz eğer işler değişiyor doğal olarak. Şimdi ben nasıl kızmayayım bütün bir geceyi ona kurularak geçirmek zorunda kaldıktan sonra? Çıkmıyor işte aklımdan. Benim için zerre önemi olmayan bir durum, saatlerce kafamı ele geçiriyor. Başka bir şey düşünemez, başka bir şey yapamaz oluyorum. Ele geçiriliyorum dostlarım. Ve bunun sancısını günlerce çekiyorum. Bugün hayatım için bir şeyler yapacağım bir izin günüm. Dün bana baktığınızda her şeyi halledebilecek enerji dolu bir adamdım. Şimdiyse dışarı çıkmak bile istemiyorum. Bu da tam olarak, sadece o orospu çocuğu yüzünden. Anlamıyorum. Gerçekten aklım almıyor artık. Hayat neden benimle uğraşıyor ki? Yeter artık. Gerçekten tükendim. Yıllardır planladığım intiharıma her geçen gün biraz daha yaklaştığımı hissediyorum. Her düştüğümde geri kalkmaktan yoruldum artık. Bir MMA dövüşçüsü gibi sürekli darbe alıyor, sürekli yere düşüyor ama asla pes etmiyorum. Ancak bu sadece knock out la biten bir karşılaşma. Ya daha önce hiç mağlubiyeti olmayan hayat pes edecek ve yıkılacak ya da ben kafama bir el sıkıp beni bırakmasını isteyeceğim. Ya da elektriği kesilmiş bir robot gibi darmadağınık yere düşeceğim. Sahi ya, size yıllardır planladığım intihar planımdan hiç bahsetmemiştim değil mi? Planımdaki bütün koşullar yerine geldiği gün –bu hangi yaştayken ya da tarihteyken olur bilemiyorum- o planı gerçekleştirip her şeyi sonlandıracağım ve kendini gerçekleştirememiş, tamamlayamamış ruhumu yeni bir hayat için dünyaya mahkum edeceğim. Bir oda. Büyük bir çalışma masası. Beni kurtarabilecek kimsenin olmadığı yalnız bir ev. Masanın çekmecesinde bir altı patlar. Bana acı çektirmiş, bana ihanet etmiş, farkında olmadan bile olsa hayatımı bu hale getirmiş herkese birer mektup, herkese birkaç sayfalık suçluluk hissi ve acı. Beni nasıl yıktıklarını anlatan, bu hayatın benim için ne ifade ettiğini, neler çektiğimi gösteren onlarca satırlık giyotin. Hepsi bu değil tabi, beni ileri taşıyan ve hayatıma dokunup beni mutlu eden insanlara da güzellemeler. Tek mermi. Rus ruleti sistemi... Her gün tek mermiyi haznesine yerleştirecek, hangi delikte merminin olduğunu bilmeyeceğim şekilde çevirecek ve kafama bir el sıkacağım. Ölmezsem hayatıma devam edecek, ertesi akşam mermiyi çıkartıp tekrar bir deliğe sokacak ve çevirecek, kafama tekrar sıkacağım. Belki birinci günde ölürüm. Ancak hiç ölmeyebilirim de dostlarım. Her gün yeni şans. Kendimle oynadığım bu büyük kumarın kimse farkında olmayacak ve ben her geçen gün ölüme koşuyor olacağım.
GÜN-50
Birilerine anlatmam, birilerine bağırmam, birilerine haykırmam lazım içimdekileri, kurulmaya başladığımda. Karşımdakine söylemek isteyip de söyleyemediğim şeyler dolanıyor sürekli zihnimde; yetersizliklerim, beceriksizliklerim, takındığım yanlış tavırlar yakıyor zihnimi günlerce. Ona söyleyemediklerimi tekrarlayıp duruyorum. Ona söyleyebileceğim, yapabileceğim ama o an aklıma gelmeyen, geldiğinde fazla tepki vermiş olmaktan korktuğum şeyler ele geçiriyor sonrasında beni. Bunlar zihnimi ele geçirip bana hakim olduktan sonra birileriyle paylaşabiliyorsam eğer hafifliyorlar. Karşımdakine söyleyemediklerimi içimden çıkarmak iyi geliyor dostlarım. Zihnimden de yavaş yavaş çıkmalarına sebep oluyor. Bir de ilaçlar... Sekiz yüz miligram Solian'ı çakıyorsun, kuruntu falan kalmıyor, kuş gibi oluyorsun. Bu ilaçtır benim hayatımı kurtaran. Sihirli bir güç zihnim için. Neyse sokayım ilacına, durum böyle olunca bana en iyi gelen şey yazmak oluyor dostlarım. Kimsenin varlığından dahi haberi olmayacağı bir günlüğe cümleler sıralamak. Demek ki birilerinin duyması değil önemli olan. Demek ki sadece haykırabilmek, kendi kendime konuşabilmek, zihnimden geçenleri dile getirebilmek beni rahatlatan. Bu beni deli yapıyor değil mi dostlarım? İnsanların arasındayken kendi kendine konuşup arada bir durduk yere bağıran bir adam yürüyor yanınızdan. Dönüp bakıyorsunuz. Yakışıklı, tatlı da bir piç kurusu... Neden böyle diyorsunuz? Nasıl delirebilir böyle insanlar? Tanrı tarafından güzel bir yüzle ödüllendirilmiş insanların hayatları nasıl daha kötü olabilir çirkin insanlardan? Tam olarak da öyle dostlarım. Tanrı bir şekilde ödüllendirdiyse sizi, başka bir yerinizi eksik yaratıyor. Tanrıyla aram hiç iyi değil. Çünkü beni hiç sevmiyor. Ben de onu sevmiyorum. Sevişmiyoruz. Çünkü diğer insanlar gibi platonik bir sevgi besleyemiyorum tanrı için. Bunları söylediğime bakmayın. Tanrı yaratma gücü olan bir varlık değildir benim gözümde. Tanrı her şeydir. Tanrı hepimiziz. Tanrı atomun en küçük parçacığı, tanrı bir taş, tanrı gökyüzüdür. Tanrı bir yıldız, bir kara delik, tanrı uzayın boşluğudur. Büyük patlamanın öncesindeki küçücük şeydir tanrı; patlayıp evren olan. Tanrı evrendir dostlarım. Evrendeki en büyük varlığı oluşturan en küçük parçadır. Müslümanların dediği gibi, tanrı bize şah damarımızdan yakındır. Enerjidir, sonsuz enerji. Bizler onun ışıklarıyız. Bizler oyuz. O bizdir. Hayat kocaman bir oyundur, yönetmeni o olan. Yönetmen enerjinin ta kendisidir. Geçmişimizden bugüne dek biriktirdiğimiz anılarımızın, acılarımızın oluşturduğu enerjidir ruhumuz; her adımımızda biraz daha büyüyen. O yüzden bir çocuğun ruhu, çocuk suretinde görünür görebilenlere, bir geri zekalının ruhunun da çocuk olarak görüneceği gibi. Çünkü algısı yoktur onun acılarını biriktirecek. Bazense bir ergenin ruhu kocaman bir adamdır. İnsanların ruhlarını hissedebiliriz. Eğer biraz geliştirmişsek zihnimizin sipritüel taraflarını, biraz geliştirebilmişsek insanların gözlerinden zihnini görebilmeyi, hissederiz karşımızdakini tam anlamıyla. Ruh eşini bulmak da böyledir işte. Ortak acıları olan insanlar hisseder birbirini. Benzer yaşta ruhlara sahip olanlar. Benim Vinas'ı, Vinas'ın beni hissettiği gibi ilk bakışta. Son ana kadar beni bırakmayışı gibi ne olursa olsun. Bana baktığında gözlerinin içindeki pırıltılar gibi. Benim koyu karanlıkla, onunsa ışıkla dolu olması gibi. Onun kendini gerçekleştirebilmesi, büyüyebilmesi için benim onu bırakmak, uzaklaştırmak zorunda olmam gibi. Sanırım size ilk kez ondan bahsediyorum bu kadar yoğun bir şekilde. Daha fazlasına da gücüm yetmez sanırım. O da bir kitap yazıyor. İçinde en çok benim geçeceğimi düşündüğüm bir kitap. Ama tam aksine beni bırakmasını, yıllar sonra benden kurtulmasını sağlayan adamın hükmettiği bir kitapmış o. Benden küçük şekillerde bahseden. Ben de aynısını yapacağım ona. İntikamdan değil. Onun yaptığı gibi başka şeylerin daha önemli oluşundan değil. Bazı şeyler gizli kalmalı çünkü. Bazı şeyleri herkes bilmemeli. Ben ona seni sonsuza kadar seveceğim, sen bana ne yaparsan yap ne olursa olsun, aldatsan bile beni, sen başkasına gideceksin bir gün ama ben seni sonsuza kadar seveceğim demiştim. Bir aşk değil beslediğim yıllardır. Ancak ben sözümü tutarım.