GÜN-56

Bazı şeyler uğraşması zor olduğu için uzak duruyorlar hayatımızdan. Eksik kalıyoruz. Daha iyisine sahip olabilecekken götsüzlüğümüzden dolayı esir kalıyoruz. Tamahkarlık kadar sessizleştiren bir şey daha yoktur hayatı. Kararlar alıyor ve uygulamıyoruz. Mesela ben hayatımın en zor kararlarını yazı tura atarak almışımdır. Kararsızlığa bir kez düştüysem eğer bunun sonucunda ya iki seçeneği de seçmem ya da yazı tura atarım. Çocukluğumda geliştirdiğim bu yöntemler hala hayatı şansa bırakıp akışın beni yönetmesinde yardımcı olur bana. Mantıklı bir yöntem demiyorum ancak çözüme yönelik bir yöntem bu. Üç kez atarım parayı havaya. En az iki yazı gelirse yaparım. Gelmezse yapmam. Bazen yapmak istemediğim şeyler olur. Onda da üç kez yazı gelirse yapacağım derim. İşi şansa bırakmak ancak ihtimalleri kendin belirlemektir mevzu. İki tarafı da yazı olan bir parayla oynuyormuş gibi bu oyunu, ben de istediğim olana kadar atar tutarım parayı havaya. Çünkü şanssız bir adamım ben dostlarım. Güvenebileceğim hiçbir şeyim yok. Hele şansıma, asla güvenemem. Hala çok çaresiz hissediyorum kendimi, mevzu şansa geldiğinde. Ümitsizlik doluyor içime bir anda. Bir karanlık kaplıyor birkaç yanımı. Sigaraya çıkıyorum mesela çalışırken. Bir çöpçüye hayırlı işler, kolay gelsin diyorum. Bırakıyor çöp arabasını, geliyor yanıma. Muhabbet ediyoruz. İsmi Kadir. Kendilerine hurdacı diyorlarmış, çöpçü değil. Bu insanlar çöp değil hurda peşindeymiş meğer. Geçen gün bakır denk gelmiş bir yerden, yüz lira almış. Seksen de önceden, yüz seksen. Karısının kredi kartı varmış onda. Kadir yirmi altı yaşında, karısı kırk sekiz. Kadir'in adına çıkartmış kartı. Kadir mutlu. Ama sadece karnı acıkınca kullanıyormuş kartı. Bir çay ısmarladım. O da bana hikayesini ısmarladı. Dört buçuk sene içerde kalmış. Bakır tel çalmaktan. Yetimhanede büyüdüğü için sınavsız memur olma hakkı varmış. Sabıkasından dolayı olamamış. Ama yazı yazmış Ankara'ya, sileceklermiş sabıkasını. Karısının fotoğraflarını gösterdi. Kardeşiyle telefonla konuşurken bir anda bana verdi, kardeşiyle konuştum. Kardeşinin fotoğraflarını gösterdi. Kadir esmer. Kardeşi sarışınmış. Kadir zayıf. Kardeşi kaslıymış. Kadir hurdacı. Suriyeliler ele geçirmiş sokakları. Kadir mutsuz. "Her köşe başından bir hurdacı çıkıyor artık" diyor. "Bak" diyor. "Bu benim on sekiz yaşındaki halim" emo saçları, incecik kaslı vücuduyla tam bir mahalle çocuğu Kadir. Arkadaşlarıyla yapmış hırsızlığı. Yüz bin liralık bakır patlatmışlar. Yakalanınca arkadaşları bütün suçu Kadir'in üstüne yıkmış. Kadir kimseyi satmamış, dört buçuk yıl yalnız başına yatmış içeride. Daha yeni çıkmış. Memur olacakmış, hurdacı olmuş. Bakma, güzel giyinirmiş de işe çıkıyor diye böyleymiş. Ah be Kadir'im. Ben bağırıyorum şanssızım, bahtsızım diye. Kadir'in yaşadıklarını duyduktan sonra ağzımdan utanıyorum. Bunca şeye rağmen hala yaşam dolu Kadir. Hala daha birileri onu görsün istiyor. Birileri onu fark etsin istiyor. Çayı bırakayım mı buraya, içeri mi getireyim diyor. Getir diyorum, bırakma burada. Getiriyor. Uğrarım ben yine diyor. 

 


GÜN-57

Ruhumda kocaman bir et beniyle doğdum. Devasa, yayılmış, kuru, siyah bir et beni. Her gören önce ona baktı. İnsanlar önce onu tanıdılar. Birileri gözlerimin içine bakarak konuşamadı hiçbir zaman. Gözlerinin kayışını izlemek başlarda ölüm gibiydi benim için. Kıskanıyordum et benimi. Sonraları alıştım. Belki de asıl sevilen oydu, kıskanıyordum et benimi. Doğuştan bir deformasyona sahip olmak normalleşen bir şeydir dostlarım. İnsan her şeye alışan bir hayvan çünkü, biliyorsunuz. Doğuştan bacakları tutmayan biri, gerçek hayatı oturduğu yerden bilir. Aksi bir duruma şahit olmamıştır. Herkes uzundur hep ondan. Boyu kısa zanneder en başta. Üzülür, boyu kısa diye üzülür. Çünkü bacaklarının durumu normaldir onun için. Normal olmayan diğer insanlardır. Odaklanamıyorum. Ne anlattığım hakkında hiçbir fikrim yok. Cümlelerin götü başı ayrı oynuyor. Unutuyorum ne dediğimi, geriye dönüp okusam bile. Normalde birikmeyi bekleyip, yeni şeyler bulup, zihnimi berraklaştırıp yazmam gerekirdi değil mi? Ama daha önce yaptığımı yapmak istemedim dostlarım. Sizlerden kaçmak istemedim. Benim zihnim bu çünkü. Buradaki her şey benim zihnimin odaları ve her halini görmeniz gerektiğini düşünüyorum. O yüzden affedin beni, sizi biraz sıkacağım. Can dostum aramış dün gece yarısı. Uyanınca geri aradım. Sevgilisi, yani diğer can dostumun kalbinde sıkıntı olmuş. Durduk yere yoğun bakıma kaldırmışlar. Yıkılmış can kardeşim. "Ben alışkın değilim böyle şeylere, ne yapacağımı bilmiyorum" diyor. Güçlü olman lazım, rol yapman lazım, hatun hiçbir şeyin farkına varmayacak, onun moralini yüksek tutacaksın, içerde kahkahalar atıp, sigara içmeye çıktığında hüngür hüngür ağlayacaksın diyorum. "Onu yapıyorum zaten, asıl zor olan oymuş" diyor. İşte alışkın olmadığın şey bu diyorum. Hastalık çekene değil, yanındakine zor. Et beninden bahsetmiştim ya sizlere, hatun da aynı durumda işte. Doğuştan et beni varmış onun da kalbinde. Bizler o et benleriyle yaşamak zorundayız. Ne kadar erken yaşta ortaya çıkarsa o kadar daha faydalı hayatın için. Düşünsenize, bunlar iki sene sonra koyardı çocuğu, hatun masadayken öğrenirlerdi bu durumu, çocuk da mort, hatun da... Bıktım artık hayatın önümüze çıkardığı bu engellerden. Bu doğuştan hasarlılıklardan. Bu 'onunla yaşamak zorunda olmak'tan. Doğuştan suçlu olmaktan. Yapmayın kardeşim çocuk falan! Ne suçumuz var bizim? İnsan yapmadığı hatanın bedelini nasıl ödeyebilir? En büyük adaletsizlik bu değil mi? Tanrı sorgulamasına girip, 'bizi neden böyle yarattın? Ne suçumuz vardı bizim?' ayakları yapmayacağım. İnsanın böylesine değerlendiği ve kontrolsüzce ürediği, doğal seçilimin yok olduğu yıllarda ortaya çıkan bizim gibi hasarlı bireylerin hayatta kalarak yola devam etmesi sonucu oluşuyor bunlar. Keşke beni yaşatmasalar da yarın bir gün delirip çocuk yapmasam. Benim en büyük mirasım bu olacak biliyorsunuz değil mi? Kafamdaki bu kocaman et beni... Babamdan bana kalmış, benden de çocuğuma kalacak, her yeni jenerasyonun önce yirmili yaşlarını, sonra hayatının kalanını berbat edecek. Bu et beni benim sülalemi Delioğulları haline getirecek. Soyadımı değiştirip Delioğulları mı yapsam acaba? İçim sıkışıyor. Çok sigara içiyorum. Her gece öksürükle uyanıp kan ter içinde kalıyorum. Beynim yerinden çıkacakmış, damarlarım patlayacakmış gibi oluyor. Her gece sigarayı azaltacağım diyerek uyuyorum, her sabah gözlerimi açmadan sigara yakıyorum. Kahve ve sigara... Gözlerini açmak kadar elzem bir başlangıç. Hele yazarken, daha da bir kaptırıyorum kendimi. Bana bir ciğer borçlusunuz dostlarım. Size ulaşabilmek için her gün fazladan bir paket içiyorum. Beni okuyan herkes bana birer paket sigara borçlu. En çok sizlerden çekiniyorum. Size kendimi böylesine açtıktan sonra, bunca şeyi anlatmamın ardından, nasıl yüzünüze bakabilirim ki? 

 


GÜN-58

Bu onun adını ağzıma son alışım olacak. Yine zihnime düştü bugün, geçmişten ona yazdığım son yazıyı bulduğumda. Geçen yaz civarları. İlk kez bir sene dönümümüzde benimle barışmayı istemek, çaba sarf etmek yerine benimle dost kalmanın mantıklı olacağını dile getirmişti. Benim yıllarca olsun diye çabaladığım şeyi ayaklarıma serdi. Tam da benim ona verdiğim iyileşme sözünü tutmama yakın zamanlarda. Biliyor musunuz dostlar, tam da o aralar iyileşiyor ve onunla tekrar beraber olabilir miyiz diye düşünüyordum. Denese bir kez daha barışmayı, git diyecek kuvvetim kalmamıştı artık. Çünkü en başında, giderken demiştim ona. "Ben hasarlıyım. Kendimi bulmam gerek sana dönebilmek için" diye. Kendimi bulduğumda ise o vazgeçmişti benden. Amerika'ya gittiğinde tanıştığı, evlenme planları yaptığı bir adam için. Hani bahsetmiştim ya kitabında benden bahseder diye beklerken başka bir adam ele geçirmiş diye, o adam işte. Bana onu anlatmıştı bir gece telefonda saatlerce. Ben de telefonda gülümsemeler dağıttıktan sonra oturup son yazımı yazdım ona. Daha sonrasında çok görüştük. Gelip bende kaldı mesela, beraber uyuduk, birbirimize dokunmadan. İşte dostlarım onun son gidişi ayaklarınızın altındadır.

Yıllar önce bir 'ah' aldım senden, tüm servetim oldu. Nice geceler yıldızlarda yüzünü birleştirdim. Nice kereler diledim tanrıdan bir kez daha dokunsun gözlerim soluğuna. Olmadı. Biliyordum olmayacağını. Ama dizginleyemiyor insan duygularını, sadece yokmuş gibi davranabiliyor. Ben seni hiç unutmadım. Denemedim bile. Hissettirdiklerin, yaşattıkların, anlattıkların hep kolyem oldu göğsüm üzerinde salınan. Sen gittin, bir daha güneş doğmadı yeryüzüme. Ben de gecelere döndüm yüzümü; soğuğa, sokaklara, hayvanlara. Ben de karanlığa döndüm kaçarak, saklanarak, arayarak. Ama kimse görmedi bu yüzümü. Kimse görmedi koyu sabahların ışıltısında, yarınıma saklanmış ümitlerimde, dalıp gidişlerimde, adın geçtiğinde yanaklarımın iki yanında beliren çizgilerde saklanmış gülüşünü. Kimse görmedi haykırırken bir başka kadının içine titreyerek. Ben bir ah aldım senden, bir ahla büyüttüm yüzüne sadece senin güldüğün çocuğu; yüzünü sadece senin gördüğün... Yakaladım hayatı kuyruğundan, sürüklendim. Her yanım yarık, her yanım morarmış, her yanım kan revan. Hiç eksik olmadı yüzüme yerleştirdiğin gülüş. Hiç eksik olmadı dudaklarımın kenarında bıraktığın izler. Her sorana başka hikaye anlattım, kimseler duymadı adını. Kimseler duymadı adını yüreğimde yankılanırken, her dolunayda uzayan tırnaklarım, yeşeren kürküm, kırılan kemiklerimin sesinden. hiç eksik olmadı ağzımdan yalanlar. Sen gittin, mirasınla tuttum hayatı bacağından. Ben ben oldum da sen içimde solmaya çalışan bir çiçektin. Suladım gözyaşlarım yettiğince. Hiç ağlamadım kadın. Kimse görmedi gözümden düşen bir damla yaş. Büyüdüm, kırık camların üzerinde yürüyerek, kor demirlere tutunarak, taşa koyarak her gece kafamı, suya oturarak. Büyüdüm yıldızların altında yüzünü çizerek gökyüzüne.

Ben bir ah aldım yıllar önce omzuma. Atlas oldum; hiç sıkılmayan yükünden.

Genişledim kabuğum el verdiğince.

Yürüdüm...

Yürüdüm...

Ayaklarım kanayana, dizlerim tutmayana dek yürüdüm yarınlarda seni bulacağım yere doğru.

Ben o gün öldüm kadın.

Ve senin gözlerinden süzüldü intiharım.

 


GÜN-59

Kendini şarj aleti zanneden bir adamın, akıl hastanesinde, kendini telefon zanneden bir kadınla tanışması ve akşamına, kadın uyurken telaşlanıp bir eliyle kadına, diğer eliyle de söktüğü piriz kablolarına dokunması suretiyle ikisinin de ölümüne yol açması ne kadar da naif bir delilik değil mi? Buradan ne çıkarıyoruz? Bozuk şarj aletiyle eski telefonunuzu şarj etmeye kalkarsanız batarya şişer, telefon perte çıkar. Ben de kendini portakal suyu zannedip dökülmemek için sürekli dikkatli hareket eden adam gibi hissediyorum kendimi. Deliliğim bir bardakta duran sıvı gibi hayatımda. Ne zaman dökülecek diye tedirgin yaşıyorum hep. Hep bir ayağım çukurda. Kafamın içi sıvı dolu. Sallandıkça yuvarlak dalgalar oluşuyor içeride. Kafatasıma değiyor, değdikçe ses çıkarıyor küçük küçük. Yankılanıyor sesler. Boş bir kafanın içerisindeki ses her yankılandığında, yani her dalga çarptığında kenarlara yeni bir dalga oluşup tekrar yansıyor. Kafamın içi aynalardan oluşmuş gibi her şeyi yansıtıp duruyor. Hareketsiz kalıp, hiçbir şey yapmadan hayatıma devam edene kadar durmuyor sesler. Ne zaman yeni bir şeye atılsam, ne zaman kontrolsüzce hareketlenmek zorunda kalsam artıyor yankılar. Anksiyete diyorlar adına. Şimdi yeni bir şubeye veriyorlar beni. Bugün ilk günüm ve ben yazabilmek adına muhtemelen geç kalacağım. Bunun kurgusu kafamda sürekli dönerken yazmaya odaklanamıyorum. Bu beni yavaşlatıyor. Yavaşladıkça daha çok geç kalacağım diye korkuyor, daha çok yavaşlıyorum. Böyle böyle zamanı durdurabilir miyim sizce ha? Belki de yarım bırakıp başka zaman devam etmeliyim. Her şeyde yaptığım gibi bunu da yarım bırakıp başka zaman devam etmeliyim. Ancak hiçbir şeyi bıraktığınız gibi bulamıyorsunuz bu hayatta. Devinim içerisinde en cansız olan bile geleceğe farklı bir şekilde taşınıyor. Kulaklarım kaşınıyor. Sesler arttıkça kulaklarımı tırmalıyor kontrolsüz dalgalar. Ya vurgun yersem? Yeni bir kurgu içerisinde düşmemek için her şeyi silmeye çalışıyorum kafamdan. Hızlanıyorum. Daha sert basıyor parmaklarım tuşlara. Daha çok ses çıkartıyor klavye. Daha çok yankılanıyor zihnim. Daha sert sallıyorum huzursuz bacağımın sendromlarını. Sonsuza dek yetebilecek enerjiyi üretiyorum yavaşça. İlk günüme geç kalacağım. Yeni birçok şey öğrenmem gereken yer orası. Yeni bir başlangıç... Yeniden alışmak. Tanrım çok zor... Tanrım mı? Gerçekten bu seferlik yardım edebilir mi bana acaba? O enerji dönüp beni de bulabilir mi durduğu yerden? Benim için hep durduğu, hiç kıpırdamadığı yerden. Beni yok saydığı, hatta durun, ne yok sayması, her seferinde önümde durup engel olduğu yerden biraz olsun çekilip yol verebilir mi bana? Tanrı yol verebilir mi insana? Eğer her şeye gücü yetebiliyorsa Tanrı yer değiştirebilir mi bir başkasıyla? Mesela ben bir günlüğüne tanrı olabiliyor muyum Tanrım? Böyle bir talebim yok ancak olsa da hiç fena olmaz. "Kozmik züppe" demişti bir arkadaşım geçenlerde onun adına. Çok hoşuma gitti. Gerçekten bir züppenin holding yönetişi gibi yönetmiyor mu dünyayı? Ama tabi, bizlerin bilmediği planları vardır tanrının her daim. Ve bizler oturup izlemek zorundayız hayat etrafımızda kocaman çarklarını gıcırdatırken. Sevmek, sevilmek, inanmak, güvenmek, beklemek zorundayız. İyi bir şey olsun, tanrının planı bu seferlik bizim için iyi olsun diye beklemek zorundayız. Çünkü biz nasıl çizmeye çalışırsak çalışalım kaderimizi, hangi yolu seçersek seçelim onun planını değiştiremiyoruz hiçbir zaman. Ana konu belli, sen yan çatışmaları belirliyor, yan maceraları yaşıyorsun. Tanrı ise karşına geçmiş, oturmuş, izleyip eğleniyor bir tiyatro oyunu izlercesine. Sahi ya... Tanrı gülüyor mudur? Ciddi bir soru bu arkadaşlar! Sizce tanrı gülebilir mi? Gülebiliyorsa eğer bir mizah anlayışı var demektir. Bir mizah anlayışı varsa eğlenebiliyor demektir. Eğlenebiliyorsa eğer bunu evren üzerinden yapıyor demektir. Biz de evrenin parçalarıysak bizimle de eğleniyor demektir. Tanrı gülebiliyorsa eğer, her şey kocaman bir oyun demektir. Olsun, biz de tanrıya gülebiliyoruz. O yüzden o da bizim için bir oyun. Bizden daha güçlü olması, oyunumuzun kahramanı olamayacağı anlamına gelmez sonuçta. Kızma bana tanrım. Daha fazla da canımı yakma. Ben sorgulayacağım. Çünkü bana bu zihni verdin.

 


GÜN-60

Bu iş olayı beni mahvediyor yine. Yeni şubem saçma sapan dönem şarkıları çalan, sabaha kadar bangır bangır müzikle alkolden kusan kitleye hitap eden barların arasındaki küçük bir kahveci dükkanı. Barlardan birinin sahibinin yeni oyuncağı. O barın çalışanlarına çay çıkaran üçüncü nesil kahveci. Tüm gün boyunca tam üç tane kahve yaptım dün. Üç! Parası olan hanzoların gelip çay içtiği bir kahvehane gibi soktuğumun yeri. Kafayı yemek üzereyim! En başında bu işe girmemin sebebi güler yüzlü insanlarla muhatap olmak, sosyalleşmek, iletişim kurup hem zihnimi tatmin etmek hem de bunu yaparken üç kuruş para kazanmaktı. Para pek umurumda değildi keyfimle kıyaslarsak. Ancak gelin görün ki keyfim yerle bir olmuş durumda. Mekanın ortasında soyunmaya başlayıp bütün sokağı çıplak koşasım var. Sadece sıkıntıdan dostlarım. Ne kadar daha dayanabilirim bu Teksas kokan yere bilmiyorum. Sokağın ortasından siyah poşet yuvarlanıyor rüzgara katılmış... Parama mı bakmalıyım yoksa cıngar mı çıkarmalıyım siz söyleyin. Eh, yakın zamanda göreceğiz neler olacağını. Bir yandan kitap okuyabiliyor olmak, buna vakit kalması çok güzel. İşten çıktıktan sonra da kendime ayırabilecek vaktimin olması harika. Ancak sosyal olarak aldığım bu hasar gerçekten çok büyük bir yara benim için. Akşamları yapayalnız kaldığımda, yatağa kafamı tek başıma koyduğumda, yani kimsesizliğimle kaldığım zamanlarda, esnerken iki damla yaş düşer gözlerimden. Ağlayamadığım için böyle boşalıyor vücudum. Hayatımda bir kadın olmadığı için böyle boşalıyor vücudum. Masturbasyon bile yapmıyorum. Anca gözlerimi ovuşturuyorum işte, belden aşağısı sakat bir adam gibiyim. İş yerindeki yalnızlığım da bunun gibi dostlarım. Yine başladı sonsuz yalnızlıklarım. Gider bekçi olurdum lan böyle olacağına. Sanayideki işimden hiç ayrılmazdım. Benim kadar ölmeye tutkun olan, düzenli olarak bunu deneyen bir adamın böylesine yalnız kalması hiç doğru değil. Zaten yalnızlıktı beni öldüren her seferinde. Şimdi ölüme koşuyorum, bu sefer istemsizce. Oysa ben, arada bir ölmeyi dener ve bundan oldukça zevk alırdım. Ancak benim kontrolüm dışında olunca işler canımı sıkıyor. Kafam karman çorman mı yoksa bomboş mu bilmiyorum. Farkı ayırt edemeyecek konuma gelmişim, hayırlı olsun. Ancak zorluyorum bugün kendimi, yazabilmek için. Ara veriyorum. Başından kalkıp başka işlerle ilgileniyor sonra tekrar oturuyorum. Zihnim bomboş çünkü. Aslında boş falan değil, sürekli ne yapmam gerektiğini düşündüğüm için, sonsuz kurgularımla zihnimin içerisinde herkesle kavga ettiğim için yazabilecek bir şeyim kalmıyor. İki gün öncesine kadar ne de güzeldi her şey... Hayat hala devam ediyor bana güzellikler koklatıp ardından avcuma kocaman yalnızlıklar bırakmaya. Az kaldı, çok büyük isyan edeceğim hayata, tanrıya, karmaya, ne kadar ulvi akım varsa her birine savaş açacağım geriye kalan tüm gücümle. Zihnim sakat olduğu kadar bedenim de sakat dostlarım. Kronik sakatlıklarımdan artık bıkmış durumdayım. Tekrar spor yapmak, tırmanışa, dövüş sanatlarına geri dönmek istiyorum. Dövüşmeyi, savaş sanatlarının felsefesini öylesine özledim ki... Ancak sakatlıklarım bunları yapmama izin vermiyor. Yarın doktora gidiyorum. Ameliyat olabilmek için zorlayacağım doktoru. Ne olacaksa olsun artık! Bir an önce sağlıklı bir birey olmak istiyorum. Zihnimi toparlıyorum yavaşça, –bu yeni iş mevzusunu saymazsak- bedenimi de toparlarsam eğer savaşa hazırım demektir. Yalvarıyorum artık kim duyuyorsa beni, ne olur biraz yüzüm gülsün! Ne olur güzel bir şeyler olsun hayatımda, ne olur... Bu sefer esnemiyorum, yine de birkaç damla yaş dökülüyor gözlerimden. Sonra hemen duruyor. Benimki de bu kadar işte... Kırk yılda bir üç damla... Buraları eğlenceli şeylerle doldururdum bir zamanlar. Okurken gülümsetirdim sizleri, düşündürürdüm de... Şu hale bakın... Geldiğim noktaya bakın. Nefret ediyorum artık bu hayattan. Kimseye anlatamıyorum. Kime anlatmayı denesem inanmıyor bana, abarttığımı düşünüyor. Bir ergen gibiyim, kimse beni anlamıyor.