İstanbul'u evlat edinemedim Didem, ya da o beni evlat edinemedi bilmiyorum. Yüreğimde uzun süredir toprağı gittikçe ağırlaşan, artık saksısına sığmayan bir çiçek vardı. Öyle ağırdı ki nefes alırken canım acıyordu, göğüs kafesimi söküp atmak istiyordum. Saksıyı birazcık da olsa ittirebildiğimde altındaki, artık çürümeye yüz tutmuş yarayı gördüm. Kokuyordu, çürümüştü. Koku o kadar dayanılmazdı ki üstünü kapatmak istedim, hayatıma devam edebilmeyi istedim.


Yapamadım en nihayetinde. Bu kez de pansuman yapmayı denedim yarama, çatlamış saksıma. Samatya'nın sokaklarında kayboldum, sahiline ulaşabildim sonunda. Yoruldum, canım çok acıdı. Ama sonra fark ettim, canımın eskisi kadar yanmadığını. Soğuktan da olabilir belki bu; sonuçta soğuk, acıları da dondurur bir müddet, bilmiyorum. İstanbul'a artık sonbahar geldi.


Mutluyum. Birden fazla sığınacak yerim var artık; toprağım var, suyum bile var. Sirkeci- Eminönü- Karaköy tramvay hattının yirmi bir yaşında dibe batmış birini evlat edinmesi o kadar güzel bir his ki... Çok minnet borçluyum ona, öyle ki karşısında ellerim önümde dururum galiba.


Çatlamış saksımı değiştirme niyetindeyim bu sıralar ama canım acıyor. Sanırım dikişlerimi zorluyorum, hayatıma devam etme yanılsaması ile atmaya çalıştığım dikişler. Bir de iğne plastiği delmeyince, çakmakla ısıtmak zorunda kaldım. Orada da canım yandı biraz.


Samatya'ya, o güzel sahile, Eminönü- Karaköy- Sirkeci tramvay hattına, Fındıklı'ya yeniden yeşereceğim tohumlarımı bırakmanın mutluluğu diyemem ama ümididir belki, taşıyorum.

Ellerimi göğüs kafesimdeki saksıya dikiyorum ardından, yeşereceğim, biliyorum.