Yirmi bir yıllık, kendim de dahil olmak üzere dünyanın hiçbir metrekaresine kök salamamanın acısını babamdan çıkarmak istedim. İçimde benimle birlikte büyüyen bir boşluk var. Bu boşluğun sebebi babam sandım ve eğer onu alt edebilirsem şayet, içimdeki boşluk yok olacak sandım. Benimle göz göze geldiği her an boşluğumu gördü, hiçbir şey yapmadı sandım. Hatta bir ara elinde kazma ile ruhumu deşerken gördüm onu. Geçmişinin, ailesinin ve belki de kendi boşluğunun acısını çıkarıyordu. Bilmiyorum. Bahsettiklerimin tamamı ne kurgu ne de yaşandı. Mesela babamın ruhumu deşmesi hali kurgu değil ama görmeden nasıl deşebildi? Bu, gözleri görmeyen birinin maden ocağında çalışması kadar basit değil. Öyle olsa keşke.


Belki de gerçekten içimde gözleri görmeyen bir madenci vardır ve o da çıkış yolunu arıyordur kendince. Bazen nefes alışım sınırlanıyor, belli bir yerden sonra göğüs kafesimin kemikleri acıyor. Sanırım tam da bizim maceracı madencinin kaburgama kazma sapladığı zamanlara denk geliyorum o zamanlar. Zaten hemen geçiyor sonra, çok sürmüyor.


Yaş almam demek içimdeki boşluğun daha da büyümesi demek bir bakıma. Normalde tam tersi olması gerekir değil mi? Belli boşlukların veya ağrıların veya acıların zaman içerisinde azalarak yok olması gerekir. Ama hayatın nesnel koşullarını veya kendi öznel koşullarımızı hesaba katmadan yapıyoruz bu yorumu. İşte bu yüzden boşlukların veya ağrıların veya acıların zaman içerisinde kümülatif bir şekilde çoğalarak varlığını devam ettirmesine şaşıp kalıyoruz. Hem de biz tam da yok olduklarını düşündüğümüz zaman.


Şimdi, hesap sormak istediğim babama dönüp baktığım zaman yansımamı görüyorum sanki. Didem, senin de Maviş Anne'ne "Babama söyle, o, artık gelmesin," deyişin haber yollamak değildi sanki, ne dersin? İçtiğimiz kahvelerin hatırına dürüst olalım birbirimize. Kaldığımız mahallenin, dertleştiğimiz saatlerin ve kahve fincanlarında kalan telvelerin hatırına. :)


"Babama söyle, o, artık gelmesin." İçimizden bir kapının kapanış sesi. Sesi duyurmak değil amaç çünkü zaten duymayacak kadar uzakta artık o. Koltukta yan yana otursanız da aynı yemek masasında yemek yeseniz de… Aranızdaki boşluk ve içinizdeki boşluklar birbiriyle yarışıyor adeta. Sen, kendi kendini telkin etmek için söyledin bu sözü ve Maviş Anne'yi de kendine şahit ettin. Benim bir Maviş Anne'm var mı, emin değilim; genelde birileri şahit olmuyor benim sözlerime, hislerime. Bir şeyler şahit oluyor. Samatya Sahili, Karaköy İskelesi, İzmir'in güzelim Urla'sı, bazı tramvay hatları, bazı gece yolculukları...


Benim içimdeki boşluğun aynısını onda görmem bizi aynı tarihin figüranı yapar mı, bilmiyorum. Acılarımızı aynı şekilde mi göğüsledik? Birimiz pansuman yaparken yarasına diğeri tuz mu boca etti kendine? O tuz benim yarama da bulaştı, pansuman ilaçlarını kirletti. Ve ruhumu. Ama beni bir sarmaşığın içine hapseden şey bu da değil. O da yarasını iyileştirmeye çalıştı ve sebebi kendisi değildi. Tıpkı benim gibi. Ailemin tüm soyu mu böyle, merak ediyorum... Genlerle aktarılan bir acı silsilesi mi bu? O zaman İran'a gidip hangi Acem'den hesap soracağım? Veya Lazkiye'nin hangi sahiline dikeceğim kökümü? Topraklarının her bir karışına bir halkın acısı sinmişken benim köküm orada yeşerebilecek mi?