Didemim, ne iyi oldu Karaköy Sahili'ne indiğimiz. Bak, bu kez gelmedim bodrum katına, hatta seni bile çıkardım oradan birkaç saatliğine de olsa. Kış soğukları tam gelmeden son güzel havaların tadını çıkarmış oluruz. Kış soğuğunda bodrum katı daha karanlık, daha izbe, daha da boş oluyor çünkü. Rutubet, küf kokusu öyle bir hale geliyor ki nefes alamıyoruz artık.


Bu kez dertlenmeye mi geldim, emin değilim. Çünkü her ne kadar bir yumru olsa da yutkunurken boğazıma takılan, artık dolu dolu nefes alabiliyorum. Göğüs kafesim acımıyor eskisi gibi. Bunun sebebini bilmiyorum inan, bu gücün kaynağı nedir hiçbir fikrim yok. Düşünüyorum, düşünüyorum, bulamıyorum bir türlü. Somut tek bir veri var elimde iyileşmeye başladığıma ve ayaklarımın üzerine tekrar kalktığıma dair. Bana gerçekten değer vermesini istediğim birinin "değer verme" adı altında tahammül etmeye çalıştığını hissettiğim o an. İlk zamanlar üzerinde çok durmadığım bir tanecik cümle ile kendi değer yargılarımı, onun değer yargılarını sorguladım. Hesap sormak istedim yalan yok, "Senin değer vermeyi algılayış biçimin tahakküm kurmak mı yoksa tahammül etmek mi?" diye sormak istedim. Cevabını merak ettiğimden de değil, bu değer verme biçimini reddettiğimi söylemek için. Sonra kendime tekrarladım son söylediğimi. "Bu 'değer verme' biçimini reddediyorum."


Sen şimdi diyeceksin ki bana: "Yapma kendine artık bu haksızlığı." Yapmıyorum, artık yapmıyorum. Sadece birine karşı da değil, hayatın kendisine karşı. Daha önce çokça kez düştüğümü hissetmiştim, dizlerim kanamıştı ama iyileşmişti yaralarım. Bu son düşüşüm o kadar yüksekten, o kadar hızlı oldu ki dizimdeki her kemik parçası un ufak oldu sandım. Aylarca bacaklarım sargılı yatırdım ruhumu. Ne zaman ayağa kalkmaya yeltensem dizlerimdeki kırıklar hatırlattı kendini ve "Otur." dedi. İşin kötüsü beni aşağı kimse itmedi, ayağım da takılmadı. O yüzden yaralarımın, kırıklarımın pansumanı yine bana kaldı. Frida gibi koydum aynayı önüme ve ayağa kalkamadığım her saniye bir kez daha yüzleştim kendimle. Kırıklarımın yanlış kaynamasını göze alarak defalarca kez kalkmaya çalıştım ayağa. Her seferinde dizlerimdeki kırıklar hatırlattı ve "Otur." dedi.


Tek bir cümle, bir anlık bir fark ediş ve en nihayetinde reddedişle bu kez tüm ağrılarıma rağmen ağlayarak kalktım ayağa ve ilk adımımı attım. Bu kez ben konuştum hatta: "Daha fazla yatmayacağım." Kemiklerim hâlâ kaynamamıştı kabul, ağrılarım da hâlâ vardı. Ama reddedip ağrı kesicileri, dizlerimdeki sargılarla kalktım o hastane odasından.


Sana geldim. Her göğüs kafesim sıkıştığında nefes aldığım senin yanına sığındım tekrar, ama bu kez benimle gurur duyman için. Ben kendimle gurur duyuyorum çünkü. Hayatımın asla unutamayacağım bu döneminde bana yaptığın pansumanları asla unutmayacağım için yine sana geldim. Seninle ve kendimle gurur duyduğumu söylemek ve Karaköy Sahili'ni de buna tanık etmek istedim.



Not: Didem ile dertleşmek maksadıyla yazmaya başladığım bu iç dökümünde, yazılardan birinde "Benim bir Maviş Annem var mı bilmiyorum" demiştim. Varmış, bizlere feminist yoldaşlığı öğreten Maviş Anneler de en güçsüz anlarımızda sığındığımız "Didem"ler de varmış. Bundan sonra dideme yazdığım mektuplar, aslında, hayatımda bir elinde gölge fesleğeni bir elinde içimdeki saksıyı sulamak için tuttuğu sürahiyle bekleyen feminist yoldaşımadır. Sizleri de bu dertleşmelere tanık etmek isterim. :)