Bir Ay Sonra…

 

Telefonu son yarım saat içinde dördüncü defa çalıyordu. Arayan menejereydi ve diyeceğini bildiği için konuşmak istemiyordu ama telefona daha fazla cevap vermezse ya kalkıp yanına gelecekti ya da polislere haber verecekti. Sonunda açıp sessizce bekledi.

‘’Abi şu telefonu neden açmıyorsun? Hadi açtın neden konuşmuyorsun? Delirtecek misin sen beni ya! Neredeyse polisleri evine gönderecektim!’’ Şule öfkeden titreyen sesiyle zorlukla konuşuyordu ve büyük ihtimalle suratı kıpkırmızı olmuştu şu anda. Son kitabını bitirmeden önce çalışmaya başlamışlardı. Kariyerinde çok başarılı olduğu söylenemezdi ama belki de bu yüzden onun kaprislerine katlanacak olması işine geldiği için kabul etmişti onu. Duygularına çok fazla hakim olmayan, saman alevi gibi parlayan öfkesinin hemen ardından pişmanlık durup ağlayan ama hırslı genç bir kadındı. Onunla başlamaya çalıştığından beri kadının anti depresan hapları aldığını biliyordu. Çok zorluyordu, yaptığı programlara uymuyor, sürekli zor durumda bırakıyordu ama Şule vazgeçmiyordu ondan.

-Şule, sakin ol şimdi, derin bir nefes al…

-Ne nefesi abi? Ne nefesi? İki saat sonra ülkenin en çok izlenen programına konuk olacaksın, adamlar beni arıyor nerede olduğunu soruyorlar, ben seni arıyorum ulaşamıyorum! Delirttin beni yine!

-Hallederiz, sıkıntı yok. Ama şimdi biraz sakinleş. Derin derin nefes al…

-Hala nefes diyorsun! Şu an stüdyoda olup hazırlanman gerekiyordu. Neredesin sen?

-Evdeyim.

-Kıçını kaldırıp çıkamadın şu lanet evden! Sana gönderdiğim elektronik postadaki satış rakamlarını görmedin mi?

-Gördüm.

Şule telefonun diğer ucunda cidden çıldırmak üzereydi. Yusuf’un sakin hali onu daha çok delirtiyordu.

-Son bir ayda kitap okunmayan ülkede tüm satış rekorlarını kırdın. Yayınevi siparişleri yetiştiremediği için iki matbaayla daha anlaştı. Romanının üç farklı dile çevrilmesi için yurtdışından teklifler geldi ama sen o salak evden dışarı bile çıkmıyorsun!

-Dışarı çıkıp ne yapmamı bekliyorsun?

-Abi sen hala durumun farkında değilsin. Önümüzdeki ay verilecek olan Edgar ödülü için senin romanını aday gösterecekler.

-Edgar? Edgar Allan Poe? Saçmalamasınlar! Benim romanım o kadar iyi değil…

-Buna iyi değil diyorsan sonraki romanında kesin Nobel alırsın!

Sakinleşmeye başlamıştı Şule. Hafifçe öksürüp boğazını temizledikten sonra:

-Şimdi abrana atlayıp stüdyoya geliyorsun. Ayrıntıları buraya glince konuşuruz. Lütfen, ama bak lütfen diyorum, sakın geç kalma!

 

Yusuf telefonu masanın üzerine bırakıp mutfağa gidip dolaptan bir şişe bira alıp sigarasını yaktı. Verandadaki sandalyeye oturup ortamın sessizliğinde gözlerini kapattı. Şule’nin söylediklerini düşünüyordu.  Şe an geldiği yeri. Bir ay öncesine kadar umut vaat etmeyen, sıradan ve kitapları satmayan bir yazarken, şimdi herkes onunla konuşmak, onu tanımak istiyordu. BU durum bir yandan hoşuna giderken diğer yandan canını sıkıyordu. Ne diyecekti ki insanlara? O satırları yazarken kendimde değildim? Hatırlamıyorum? Gerçekten de öyleydi. Bilgisayarın başına oturuyor, saatlerce yazıyor ama ne yazdığını ancak ertesi gün okuduğunda biliyordu. Sanki başka biri onun bedenin ele geçiriyor ver kelimeyi o yazdırıyordu. Bu televizyon programına çıkmak istemiyordu. Çünkü çıkarsa saçmalayacak yazdıklarının ona aiy olmadıklarını bilecekti herkes. Gitmemek için bir bahane aramaya başladı. Hasta olabilirdi. Kaza geçirebilirdi. Ama nereye kadar kaçacaktı? İnsan bir yalanla ne kadar yaşayabilirdi bu kadar içine girmişken? Sigarasından derin bir nefes alıp karar verdi. Televizyona çıkıp canlı yayında gerçeği itiraf edecekti. Gerçek? ‘’Ben yazmadım!’’ diyecekti işte. Peki kim yazdı?

 

Elindeki boş bira şişesini verandanın ahşap zeminine bırakıp içeri girip üzerini değiştirdi. Programın başlmasına bir saat kalmıştı ve menejeri sürekli arıyordu. Telefonunu sessize alıp tam evden çıkmak üzereyken kapıyı açtığında Yener’le burun buruna geldi.

-Yener!

-Yusuf!

-Seni gördüğüme sevindim ama şu an çok acelem var. Hayırdır?

-Yusuf, seninle konuşmamız gerekiyor. Şu kadın cinayetleri konusunda.

-Tamam, konuşalım ama sonra olur mu?

-Olmaz Yusuf. Ya bunu iki arkadaş gibi konuşuruz ya da seni merkeze götürmek zorunda kalırım orada konuşuruz.

-Bak, şu an yetişmem gereken bir televizyon programı var. Bir yere kaçtığım yok. İstersen gel beraber gidelim programdan sonra istediğin her şeyi konuşuruz.

 -Yusuf, durum çok ciddi. Daha fazla zorlaştırma istersen…

-Bugün neden herkes çok ciddi? Anlamıyorum, ciddi olunca daha mı önemli oluyor konular?

-Bana kelime oyunları yapma!

-Yener, şu programa çıkayım ondan sonra istediğin yerde istediğin konuyu konuşuruz. Yoksa Şule kesin beni öldürür!

Yener arkadaşını şüphe dolu bakışlarla süzdükten sonra:

-Tamam, ama ben de seninle geliyorum.

-O zaman senin arabanla gidelim. Beni götürürsün değil mi? Belki yolda sirenleri de açarsın. Zaten geç kalmak üzereyim.

Yolda sirenleri açtılar, birkaç kırmızı ışık ihlali yaptılar ama saatinde yetiştiler programa. Stüdyo içerisinde herkes koşuşturup duruyordu. Kimin ne yaptığını bilmiyordu ama kimse bir şey yapıyormuş gibi gelmedi o an. Sanki insanlr bir şeylerle uğraşıyormuş gibi görünmek istiyordu. Koşuşturmaların arasında Şule’yi gördü. Tombul beyaz yüzü tahmin ettiği gibi kıpkırmızı olmuştu. Göz göze geldikleri anda kendisine küfrettiğini hisseti.

-Tamam geldim işte, sana sakin ol demiştim.

-Nasıl sakin olayım! On dakika kaldı yayının başlamasına!

Yanlarına gelen kısa boylu zayıf bir adam elinde bir dosya tuttuğu halde aralarına girdi.

-Yusuf Bey, sizi şöyle alalım.

Yusuf gösterilen yere ilerleyipsahnede duran ahşap masanın sol tarafındaki geniş koltuğa oturdu. Aynı adam avazı çıktığı kadar bağırarak:

-Reklam kuşağını girelim, son dört dakika!

Programın sunucusu da masanın arkasındaki yerini alıp önünde duran kağıtlara göz atmaya başladı. Yener ve Şule ortada duran ana kameranın arkasına geçip sahneyi izlemeye başladılar. Ortalıkta koşuşturup duran insanlar yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başladılar.

-Yayının başlamasına on saniye!

Tüm sahne, tüm stüdyo hatta tüm dünya an donmuş gibiydi. Kameranın üzerindeki ışık kırmızıdan yeşile döndü.Sahne karardı. Sunucunun üzerindeki spot lamba yandı. Sunucu bunun farkında değilmiş gibi elinde tuttuğu kağıtlara bakmaya devam ediyordu. Kağıtları elinden masaya bırakıp üzerinde yeşil ışık yanan kameraya döndü:

-Bu gece sizlere edebiyat dünyamızın pop starını konuk ediyoruz. Yazdığı son romanıyla, ‘’Bu millet okumuyor yaa!’’. ‘’Bu millet kitapları sevmez yaa!’’ bakış açısını son bir ay içinde kökünden sarsan ve yıkan adam şimdi aramızda. Kendisine sormak istediğini her soruyu whatsaap ve twitter üzerindan bize gönderebilirsiniz.  Baylar ve hanım efendiler! Karşınızda Yusuf Yazılgan!

 

Sahte bir alkış efekti ardından sahnedeki diğer ışıklarda yanar.Yusuf aniden parlayan ışıkların etkisiyle bir an gözleri kamaşınca istemsizce ellerini yüzüne doğru götürür.

-Bir yıldız olarak sahne ışıklarına alışmalısınız Yusuf Bey!

Bu sözün üzerine yine sahte bir kahkaha efekti duyulur sahnede. Yusuf cevap veremeyince sunucu konuşmaya devam eder.

-İlk olarak şiir yazmaya başlamışsınız. Ama şiirlerinizle dalga geçilince kısa öyküler kaleme almışsınız. Peki roman yazma fikri nereden aklınıza geldi?

Yusuf ortamın gerginliğine alışmaya çalışıyordu. Sunucun sorduğu soru öyle saçmaydı ki, bir an cevap vermek istemedi.

-O kadar kötü şiir ve öyküler yazıyordum ki belki roman yazmayı beceririm diye düşündüm.

-Peki bu yazma ısrarı neden?

-Bu bir ısrar değil. Yani elimde olan bir şey değil. Zaten romanı da ben yazmadım.

Bunu sesli mi söylemişti? Kameranın arkasındaki Şule’yle göz göze geldi. Yüzndeki şaşkınlığı görünce sesli söylediğini anladı. Sunucu da bir o kadar şaşkındı.

-Nasıl yani? Ülkedeki en çok satan romanın yazarı siz değil misiniz?

-Benim. Ama nasıl yazdığımı bilmiyorum…

-Sayın seyirciler inanın ben de şu an sizin gibi şaşkınım. Yusuf Bey, Yazdığınız roman dünya çağında ses getirdi. Ama siz şimdi ben yazmadım diyorsunuz. Ardından ben yazdım diyorsunuz. Bunu açıklayabilir misiniz?

 

Sahnede yine sahte bir kahkaha efekti duyuldu. Kamera Yusuf’un üzerine odaklandı. Yüzündeki mimiklerin her değişi canlı yayınla tüm ülkeye veriliyordu. O an, Yusuf’un bakışları önüne eğildi. Ardından başını kaldırdı.

-Yazmak nasıl bir şey biliyor musunuz? İnsan yazmaya başlayınca kelimelerin kontrolünü kaybeder. Bir yerden sonra, yazdığı karakterler yazarı kontrolü altına alır.Yazar sadece bir tanıktır ve gördüklerini yazmaya başlar. Yazdığım bu romanla bana iyi yazar diyorlar. Bunu kabul etmiyorum. Ben sadece gördüklerimi yazdım.  Şimdi bana nasıl iyi yazar olunur falan diye saçma sapan şeyler soracaksınız ama inanın bunun cevabı bende yok. Zaten bu programa çıkmamın nedeni reklam yapmaktı. Daha önce bir defa olsun sizi izlememiştim.Bundan sonra da izleyeceğimi sanmıyorum. Çünkü siz televizyon denen aptal kutusunu kullanarak insanları uyuşturuyorsunuz!

 

Stüdyoda bu sözün üzerine kullanılacak sahte bir efekt yoktu. Kameralar sunucun üzerine döndü. Sunucu da ne diyeceğini bilemez halde Yusuf’a bakıyordu. Aldığı cevabı beğenmemişti ve karşılığında ne diyeceğini bilemiyordu.

-Şimdi kısa bir reklam arası veriyoruz ardından yine buradayız, edebiyatımızın pop starıyla yaptığımız söyleşiye devam edeceğiz!

 

Kameranın üzerindeki ışık yeşilden kırmızıya döndüğü anda sunucu sinirli bir halde oturduğu yerden kalktı. Kısa boylu çelimsiz adamın yanına gidip hararetli bir şekilde konuşmaya başladı. Yusuf ne konuşulduğunu duyamıyordu ama yanına gelen Şule’nin yüzünden anlamıştı.

-Abi napıyorsun sen? Ne o öyle aptal kutusu falan. Öyle yazdım böyle yazdım de geç. Lan sana ne! Tüm ülke seni izliyor sen kalmış nelerden bahsediyorsun! İnsanlar bunları değil duymak istediklerini bekkiyorlar senden. Yorum yapma.Düşünelerini kendine sakla!

-Yayına on saniye!

Sunucu az önceki gergin ifadesni zoraki bir şekilde bırakmış gibi gülümseyerek konuşmaya başladı.

-Yusuf Bey, yazarken nelerden ilham alıyorsunuz?

-Bazen bir şarkı, bazen bir melodi, bazen bir kadın. Ama son birkaç aydır içinde yaşadığım ev bana ilham veriyor.

-Sanırım şehir hayatından uzakta izole bir yaşam sürüyorsunuz.

-Evet, bu konuda şanslıyım, şehrimizde son kalan ormanlık bir alanda cennet gibi bir yerde yaşıyorum ve bu yazmam için beni teşvik ediyor.

-Yazmak için buna gerçekten ihtiyaç var mı?

-Bir ülke ne kadar çoraklaşırsa, arazileri ne kadar kurursa sanatçıları da öyle kuruyup gider. O yüzden ormanlarımıza ağaçlarımıza sahip çıkmalıyız. Anlamıyorum. İnsanlarımız ağaçlarını korumaya çalışırken devletimiz nasıl oluyor da ağaçlarını koruyan insanlarımızın üzerine askerlerini gönderiyor!

-Bu geceki yayınımızın da sonuna geldik. Bize katıldığı için Yusuf Bey’e teşekkür ediyor başarılarının devamını diliyoruz!