Yere yeni inen sofranın farkında değildi Kör Ali. Tahta kaplamalı küçük camından, az ötedeki yer yer sararmış, kurumuş ekinlere, tarlasına ve yağmur duasına çıkan ahaliye bakıyordu. Elleri nasırlaşmış yaşlılar, beyaz tülbentli nineler, heybetlisi zayıfı fark etmeksizin kadınlı erkekli, kısacası tüm köy halkı, yılmış bakışlarını gökyüzüne çevirmişlerdi. Köyün imamı topladığı tüm köylüyü yağmur duasına çıkardıysa da nafile! Yağmıyordu. İmam, duadan sonra uzunca sakalını sıvazlayıp şöyle demişti: “Bu büyük bir musibettir. Allah-u Teala, biz aciz kullarına ders vermektedir. Dini mübin’den uzaklaştığımız için başımıza bu susuzluk belası gelmiştir. Dikkatli olmalıyız ki başımıza daha kötüleri gelmesin.”


Çiçek Ana, pencereden tek gözüyle dışarıya dalıp gitmiş oğluna seslendi.


Oğlum Ali, duymaz mısın beni?” dedi. “Seslenip duruyorum sana. Haydi! Sofraya gel. Nimet bekletilmez.” 


Kör Ali, imamın ‘‘daha kötüsü’’ dediğine takılıp kalmıştı. İnsan karnını doyuramayacaksa, aç kalacaksa şu kahpe dünyada daha kötü ne olabilirdi?


Ağır adımlarıyla her zamanki yerine, sofranın uç köşesine oturmuştu. Yemeği çoktan bitirmesi gerekirdi ama ağzında sadece bir şeyler çiğniyormuş gibi geliyordu. Geçmiyordu boğazından. Uzun zamandır bu ıssız köye yağmur yağmaz olmuştu. Susamıştı her yer. Sararmıştı toprak. Tarlası, kurumuş filizleri aklından çıkmıyordu. Çiçek Ana düşünceli oğluna baktı. Yine sessizliği bozmak istedi.


Ne düşünüp durursun Oğlum Ali. Nereye bakarsın böyle uzun uzun. Eğer derdin tarlaysa yapacak pek bir şey yok. Yağmur yağmıyorsa elden ne gelir?”


Kör Ali de buna yanıyordu işte! Elinden bir şey gelmiyor olmasına. Bir anasına bir de dışarıdaki yağmur duasından teker teker dağılan ahaliye bakıyordu. İmamı gördü. Bir eli kınalı sakalında olan imamın diğer elinde uzunca tesbihi vardı. Bir şeyler söylediğini dudak hareketleriyle anlıyordu. Ara sıra bazı köylüler, saygıda kusur etmemek için ellerini önüne bağlayıp bir şeyler soruyordu. 


Şu imam da dua etmesini mi bilmez anlamadım gitti. Her cuma sonrası toplar köylüyü dua ettirir. Duaya gelmiyorum diye  de biraz söylenmiş. Muhtar Emmi dedi. Valla ben bu imamın duasından şüpheliyim Ana. Bir damla yağdı mı hiç?


Anası, biricik anası biliyordu oğlunun yüreğinde nasıl bir derdin yandığını. Susuzluk... Toprağı, tarlayı yaran kuraklık... 


“Yağmadı oğlum.”


“İmam, Allah’ın işi diyor. Bizim günahlarımız yüzündenmiş. Söyle bana Ana, bu susuzluk eğer Allah’ın işiyse ne diye çıkıp yağmurun yağması için dua eder?”


Anasının cevap vermesini beklemeden yüzünü tekrar tahta kaplamalı pencereye çevirdi. Yemeğini yarıda bırakıp ayağa kalktı. Baba yadigarı şapkasını başına geçirip kahveye doğru yol aldı. Yolda yürüyorken gökyüzü ona gülüyordu. Dalga geçiyordu, oyun oynuyordu sanki. Alışkanlık halinden başını gökyüzüne çevirdi. Çok az gören, ak düşmüş sol gözü sulandı. Aldırmadı. Bir daha ama bu sefer sol gözünü kapayıp baktı. Yağmur yağacak gibi değildi. Sıcacıktı gökyüzü.


Kahveye geldikten sonra başta muhtar herkes kendi hâlindeydi. Aladağlı Kardeşlerin; Ömer ile İdris’in yanına geçti. Çocukluk arkadaşları sayılırdı. Ne çekmişlerse beraber, neye gülmüşlerse beraberdi. Kendisi gibi yetimdiler.


Bereketli olsun ağalar. Allah’ın selamı üzerinize olsun.”


“Senin de Ali Ağam,” dedi Ömer. Çaycıya seslendi. “Alime bir demli yap bakalım.”


Ömer, İdris’ten az daha büyüktü. Aralarında iki yıl ya vardı ya yoktu. Önceleri Aladağ’ın eteklerinde çalışmalarından dolayı namlarını bu asil dağa borçluydular. Her zaman beraber iş yapar, beraber çalışırlardı. Köyde herkes birlik olmalarından ötürü onları parmaklarıyla gösterirdi. Kör Ali’yle de pek iyi anlaşırlardı. Dost sayılır, üstüne aileden görülürdü.


“Pek bir dertlisin Ali Ağa. Hayrola?”


İdris’ti bu. Bakmadan bile her zamanki öfkeli sesinden tanırdı. Kendi yaşı, Ömer’e daha yakın olmasına mukabil İdris’le daha iyi anlaşır ve dertleşirdi. Yüzünü muhattabına döndürdü. Konuşmaya başlamadan yine gökyüzüne baktı. Bu sefer kör olan gözünü kısmayı unutmuştu. Gafil avlamıştı güneş. Gözündeki beyazlık kızarmıştı, akan yaşı mendiliyle sildi. Güneşe de iyicene sövdü.


“Nasıl olmayalım İdris Ağa, bak şu masmavi gökyüzüne; tek bir bulut görür müsün? Aylardır görünmez. Bu da beni kahreder. Filizlerim buluta küstü artık. Yağmura hasretle yanar oldu. Ah bir yağmur yağsa! Koyun keseceğim yemin olsun!”


Bileğini sıkıp masaya ağır ağır vurdu Ali. Aladağlı Kardeşler göz göze geldi. Onlar da pek dertliydiler ama Kör Ali kadar değildi. Ali’nin yalnız iki koyunu ve kıt kanaat geçindirecek bir tarlası vardı. Ali’yi çok iyi anlıyorlardı.


“Sorma be Ali,” dedi Ömer. “Bizimde içimiz yanar. Herkesin içi yanar. Ben... Ben bir şey düşündüm önceden beridir. Bir... Bir çare var ama...”


Ömer durdu. Kör Ali’nin heyecanlanmasını, meraktan sorular sormasını bekliyordu. Onun siyaseti böyleydi. İnsanı meraktan öldürür de karşısındaki istediği kıvama gelmeden hikâyesini anlatmazdı. Bir kardeşine bir de Ali’ye bakıyordu. Ali’nin  gözlerindeki merak kıvılcımını fark etti.


Yaklaşın hele!” 


Kör Ali ile İdris az daha sokuldular. Sandalyeleri az daha yaklaştırdılar. Sandalyeler kötü gıcırdamıştı ama kahvede herkes kendi hâlinde; hararetli tartışmalar içindeydi. Sandalyenin sesi duyulmadı. Ali’nin çayını getiren Kahveci Akif, konuşulanları dinlemek için tüm duyu gücünü kullanmıştı da hiçbir şey duyamamıştı. Susmuştular kendisi yaklaşınca. Çayı hafif bir sinirle masaya bıraktı. Diğer masalardan boşları alıp tezgahına döndü. Ömer tekrar yaklaştı. 


Bir çare var ama... Üçümüz arasında kalacak. Çiçek Ana bile duymayacak. Anlaştık mı?


Kör Ali istemsizce güldü. Kirli sakalının arasına sıkışıp kalmış olan gamzesi parladı. 


Ne o Ömer Ağa,” dedi gülmesine devam ederek. “Haşa! Mikail Aleyhisselam olup yağmur mu yağdıracaksın?”


Aladağlı Kardeşler de gülmeye başlamıştı. Üçü de boyuna kahkaha atıyordu. Safi gülüyorlardı. En son ne zaman güldüğünü bile hatırlamıyordu Kör Ali. İyi olmuştu. İmam duysa vallahi münafık ilan ederdi  dedi içinden. Kahvedekilerin kınayıcı bakışlarını aldırdıkları yoktu. Kahve halkı bu kadar dertli adamların gülebiliyor olmasına şaşırıp kalmışlardı. Azıcık hayret edip oyunlarına, memleket meselelerini kaldıkları yerden konuşmaya devam ettiler. 


Ömer ciddileşti. Niyetini belli eder gibi bir bakış attı. Kardeşi İdris ve gözlerine aklar düşmüş Ali az daha yaklaştılar.


Yarın, sabaha karşı muhtarın kara horozu öttüğünde bizim tarlanın oraya gel.  Sakince konuşalım. Haydi! Biz gidiyoruz. Sağlıcakla kal.


Aladağlı Kardeşler, yüzlerinde hafif bir tebessüm ile masadan kalktılar. Büyük kardeş Ömer, dostu Ali’ye göz kırptı. Yanından geçerken zayıf omuzlarını sıktı. Çayın parasını bırakıp yavaştan kararmakta olan gökyüzü altında, ağır adımlarla, sarı topraklı yolun üzerinde süzülerek evlerinin yolunu tuttu.



Devam edecek...