Çarşamba öğleden sonra, ders Dinler Tarihi, Poyraz her zamanki yerinde. Selim hoca bugün ders işlemeye pek niyetli değil, belli, muzip muzip dolanıyor sınıfta.
—Çocuklar! Dinler tarihi; dinlerin tanınması, tarih içindeki ilerleyişlerinin görülmesi açısından önemli bir derstir ama ben bu dersin hocası olarak dersin gerçek değerinin daha derinlerde bir şey olduğunu düşünüyorum. Dinler neden var, insanlar neden inanır ya da insanlar neye inanır? İnanmak bir amaç dahilinde mi gerçekleşir, yoksa gerçek bir yaradan vardır da inanma fıtratıyla mı yaratılmıştır yaratılan? Dersin kaynakçaları arasında verdiğim Oktay Hançerlioğlu’nun kitabından bir paragraf okuyorum size şimdi: İnanç, bilginin bittiği yerde başlar. İnsanlar bilmediklerini hayal etmişler ve hayal ettiklerine inanmışlardır. Bilgiyle açıklayamadıklarını hayal güçleriyle açıklarken bilme ihtiyaçlarını karşıladıkları kadar toplumsal ve ekonomik ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışmışlardır. Bir bereket tanrısı besin sağlamak için, bir sağlık perisi sağlığı korumak için hayal edilmiştir. İnançların altında yatan gerçek nedenleri bulup çıkarmak bilimin görevidir. Bunu yapabilmek için de onları bütün ayrıntılarıyla bilmek gerekir. Şimdi kitap üzerinde çalışıp okumalar yapmanızı ve bu paragrafa dinler tarihi açısından bakmanızı istiyorum. Fikirlerinizi bir sonraki derste birlikte değerlendireceğiz. Bugünlük ders bu kadar çocuklar, haftaya neden inandığınızı bulmadan gelmeyin.
Sınıf boşalırken Said sokağa çıkmak için annesinden izin aldığı halde abisini beklemek zorunda olan bir çocuk telaşıyla Poyraz’ın oturduğu yerden kalmasını bekliyordu. Hocanın okuduğu paragraf bir hafta önce Poyraz’ın cümleleri ile aynı ana fikirdendi. Daha fazla dayanamayarak seslendi.
— Hadi dostum kalkmıyor musun?
Said’in bu aceleci hali Poyraz’ ı içten içe güldürse de bunu Said’e göstermeye niyeti yoktu.
— Bak arkadaşım, bir konuda anlaşalım, bir kere oturduk, kahve içtik diye dostmuşuz gibi davranma, istemiyorsan bekleme, sen bilirsin.
İkisi de bu cümlelerin sırf söylenmek için söylendiğini biliyordu fakat altta kalmak erkekliğin şanına yakışmazdı ya Said ağzını açtı, bir şey diyecekti ama çalan telefon konuşmasına izin vermedi. Poyraz çalan telefonun ekranına şöyle bir göz attıktan sonra telefonunu kapattı. Said merakının kabardığını gizlemeye çalışarak -çünkü biliyordu, Poyraz cevabı gerçekten istediğini anlarsa asla konuşmazdı-
—Neden cevap vermedin? İstersen ben rahatsız etmeyeyim.
—Seninle alakası yok, babam arıyor ve ben şu anda onunla konuşmak istemiyorum. Ayrıca bu konuya dair başka bir soru istemiyorum. Anlatabildim mi?
— Evet, kesinlikle anlattın. Hadi gidelim artık.
Birlikte ilerlerken Poyraz yan yan Said’e bakarak:
—Hadi sor sor, hocanın okuduğu paragraf hakkında ne düşündüğümü merak ediyorsun değil mi?
Said hafif bir omuz hareketiyle birlikte:
— Yani, biraz merak ettiğim doğru.
Poyraz, Said’i şaşırtan içten bir tebessümle:
—Çayım şekersiz olsun, unuttum sanma, sen ısmarlayacaktın.
Hafif bir rüzgâr Poyraz ile Said’in çağlar arsında dolaşacak ve günümüze ulaşacak muhabbetine eşlik etmek ister gibi esip duruyordu. Poyraz çayından bir yudum aldıktan sonra hiç acele etmeden konuşmaya başladı:
—Teoloji [1] ile felsefe aynı temelden doğmuş farklı düşünme sistemleridir. Teoloji, dini tüm yasaları ve yasakları ile sorgulamadan kabul etmektir. Felsefe ise var olanı anlamak maksadıyla araştırmalar yapmak ve dünyayı tekrar tekrar yorumlamaktır. Felsefe; insanın cesaretinden, din ise korkaklığından doğar.
—Nasıl yani, sence inançlı insanlar korkak oldukları için mi inanıyorlar?
—Tam olarak korkak oldukları için değil belki ama inançların temelini, düşün, ilk insanlar atalarının öldükten sonra yok olmayacağına ve ruhlarının kendilerini büyük felaketlerden koruyacağına inandı. Şimdi bir bakalım neden böyle düşündüler? Çünkü insanın en büyük korkusu ölmek, yani yok olmak. Bu inançla insan sonlu olmaktan kurtuldu ve yaşayacağı en temel ve büyük çatışmalardan kurtardı. Düşün, çağlar boyunca yapılan her şey yok olmaktan kurtulmak içindi aslında. Ömer Hayyam’ın rubailerinin de sebebi budur, Mimar Sinan’ın camilerinin de. İnsan hep ölümle savaşmıştır, hatta insan bir tek ölümle savaşmıştır. Bu savaş bazen iki yabancı kabileyi karşı karşıya getirir, bazen iki kardeşi.
İnsanın kendinden güçlü bir varlığa duyduğu ihtiyaç da bu nedenledir. Ölüm, insanın gücünün dışındadır ve ancak üstün bir varlığın oluşu ölümü engelleyebilir ya da öleni yok olmaktan kurtarabilir. İnsanlar ölümün son olduğuna inanabilselerdi dünya ne kadar farklı olurdu. Doğacaksın; büyümek, yaşamak için sürekli çaba sarf edeceksin ve bir gün gelecek öleceksin ve sonrası karanlık, yokluk, hiçlik. İnsan beyni bunu kabullenemediği için inanmaya meyletti. Mitolojiyi düşün; insan görünümünde, insani özellikler taşıyan, insan gibi yiyen içen seven ama ölmeyen tanrılar. Ya da tanrıların insanlardan olan kusurlu ve eksik çocukları yarı tanrılar mesela Aşil [2]. Hiç düşündün mü yarı tanrılar neden ölümlüdür?
— Birlikte olmaları doğal olmayan iki ayrı ırkın karışımı oldukları için mi?
—Tabii bu da var ama en temelde insana sen güçsüz bir varlıksın, ne yaparsan yap olduğun hali aşamazsın, senin kaderini belirleyenden sürse de soyun insani kanın ayaklarını dünyaya ve ölüme bağlayacak, kanatlanamayacaksın demektir. Böylece insanlığa çaresizlik aşılanır, güçlenemeyeceği öğretilir ve insanların merakı köreltilir. İşte burada filozoflar devreye girer. Onlar akıp gelen zamanda kulaklarına fısıldanan yapay gerçekleri kabullenmeyip neden sorusunu sorabilecek kadar cesur olanlar. İlk baş kaldırdı Thales’ten. Ona göre ne dünyanın ne de varlığın temelinde tanrılar var. Varlığın temel maddesi su. Önce su yaratılmış, gerisi yavaş yavaş doğal seyri içinde oluşmuş. O yaratıcının yarattığı her şeyde var olduğuna, evrenin yaratıcıyla dolu olduğuna inanır. Cesaret yaratıcıyı yok saymak değil, yaratıcıyı nedenler ardında bulabilmektir. Aradan uzun zamanlar geçer, son dinin son kitabı aynı şeyleri söyler.[3]
Kendisini dikkatle dinleyen Said’e bakarken çayından bir yudum daha aldı Poyraz. Said defterini açmış bir şeyler not alıyordu.
—Ne yazıyorsun sen öğle?
—Bahsettiğin ayetleri hatırlıyorum ama tam olarak nerede geçtiklerine bakmak için not aldım.
Aldığı cevap Poyraz’ı mutlu etti. Gerçekten karşısında oturan ve adından başka hiçbir şeyini bilmediği bu adamla felsefe, din ve yaratıcı hakkında konuşmak ona çekici gelmeye başlamıştı. İçten içe Said’in söyleyeceklerini merak ediyordu. Said bakışlarını yazdıklarında şöyle bir daha gezdirdikten sonra eliyle şakacı bir referans yaparak:
—Buyurun efendim, devam edin.
—Tamam, devam ediyorum. Geçen zaman filozofların düşüncelerinde değişikliklere neden olsa da asırlar boyu değişmeyen yapı taşları vardır, akılların ortak ürünü olan. Doğan büyür, büyüyen düşünür, düşünen anlar, anlayan arar ve arayan bulur şifresiyle devam eden anlama çabasını bizden biri, bulanlar ancak arayanlardır şeklinde ne güzel de anlatıvermişti. [4]
Said kalemini eline alınca poyraz gülerek:
—Oğlum yapma şunu, kendimi bir salon dolusu insana konferans veriyormuş gibi hissediyorum. Gene neyi not alıyorsun söyler misin lütfen?
— Hani bizden biri dedin ya kim onu bilmediğim için not ettim.
—Kimin söylediği çok da önemli değil, önemli olan anlatılmak isteneni tüm yönlerine anlayabiliyor musun?
Poyraz'ın bir anda soru işaretini dönen bakışlarını fark ettiğinden Said düşünceli bir ses tonuyla:
—Sanırım cevap vermemi istiyorsun.
Poyraz hafif bir tebessümle:
— Evet, nasıl da anladın!
Said omuzlarını dikleştirip halkını selamlayan bir kralın vakarını bir anlığına ödünç alarak:
—Bulanlar ancak arayanlardır. Dünya içinde milyonlarca sır barındıran büyük bir bilmecedir. İnsan beklide sadece bu sırları çözüp gerçekleri öğrenmek için var olmuştur. Çünkü Allah dünyayı bilinme isteğinden yaratmıştır. Evreni var etmeye gücü yetenin neden insanı yarattığını melekler de anlamamış ve yaratıcıya sormuşlardır. [5] “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” Yaratıcının cevabı “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim.” olur. Evet, insan irade sahibi olarak yaratıldı. Verdiği kararlarla savaşlara, ölümlere, birçok soruna neden olacak insanın yaratılması muhakkak bir hikmet dâhilinde idi. İşte insana düşen ilk görev yaratılış sebebini ve kendini yaratanını bulmak, onu anlamak ve inanmaktı. Dinler söylediğin gibi direkt ve akılsız bir kabulden doğmaz. Yaratıcı, gönderdiği her kitapta aklın ve iradenin üzerinde titizlikle durmuştur. Dinin tamamlayıcısı olarak gönderilen Hz. Peygamber de bu konuya. “Allah kulunun düşünerek yapmadığı namazını, orucunu, haccını, umresini, sadakasını, cihadını ve iyilik türünden yaptığı hiçbir şeyi kabul etmez ve insanı ayakta tutan akıldır. Aklı olmayanın dini de yoktur.” gibi birçok örnek vermiştir. Şimdi bu hadise yakından bakalım. Görünenin ötesine düşünülerek yapılmadığı takdirde ibadetin bir önemi yok. Allaha ibadet et der ama bu ibadet bilinçsiz hareketlerden fazlası olmalıdır. İhlâs yani samimiyet olarak bilinen bilerek yapma halidir istenilen. Bu durumu en güzel özetleyen hadis "Bir saat düşünce, bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır." Tüm bunlardan çıkacağımız ortak sonuç yaratılışı anlamak Onu bulmak ve onunla bir olmak için onu aramak gerekir. Aramayanlar gibi, herkes inandığı için inanlar da tam inanmış sayılmazlar. Çünkü varlığın var olma hikmetini asla anlayamazlar. Gerçekten bulanlar da öğle bir bulurlar ki “en-el hak [6]“ der, sonsuza ulaşırlar.
Said, Poyraz’ın ne düşündüğünü anlamaya çalışarak gözlerini ona dikti ama Poyraz derin düşündüğünde yaptığı gibi ellerini önünde kenetlemiş başparmaklarıyla zihninin temposuna eşlik ediyordu. Poyraz düşüncelerine ara verene kadar Said sessizce Onu izledi. Poyraz kafasını kaldırıp Said’in kendine baktığını görünce;
—Hayırdır?
—Hiç, bölmek istemedim sadece.
—Sen nasıl düşünceli, nasıl nazik bir insansın böyle!
—Teveccühünüz efendim.
Tutmaya çalışsalar da göz göze gelince daha fazla dayanamayıp gülmeye başladılar. Kim inanırdı ki bu ikisinin üç dakika önce varlığın en kadim sorunları hakkında konuştuğuna? Şimdi birbiriyle uğraşmaktan zevk alan yeni yetme delikanlılar gibi gülüp eğleniyorlardı.
Artık eve dönme vakti gelmişti, Poyraz kendisinin bile şaşırdığı bir şey yaparak Said’i evine bıraktı. Akşam dışarıda program yapan arkadaşlarına katılmak yerine bilgisayarını yanına alıp dolunayın ışığıyla gizemli bir geçide dönüşen havuzun yanındaki masaya oturdu ve kafasında dönüp duran “en-el hak” şifresini çözmeye başladı. Gözlerini bilgisayarın ekranından kaldırdığında tüm geceyi uyumadan geçirdiğini fark etti. Yorgun değildi ama kendi zihni üzerinde yeniden düşünebilmek için biraz uykuya ve dinlenmeye ihtiyacı vardı.
Başını yastığa koyduğunda içindeki kâbus uyandı. Ömrü karardı. Her şeyi dışarıda bırakan annesizlik çöktü omuzlarına ama sanki bu defa canı her zamankinden daha da çok acıdı. Çünkü bütün bir gecesini alan okumaları ona yok saydığının varlığını defalarca hatırlatmış ve Onu yok sayamamak Poyraz’ın kendisinden bile gizlediği derin bir vicdan azabına neden olmuştu. O annesini almıştı. Onun varlığını kabul etmek annesine ve kendisine yapılan haksızlığı kabullenmekti ama Poyraz’ın bunu yapmaya hiç niyeti yoktu. Tüm bu karışıklık içinde uykuya dalarken Poyraz, uzakta bir yerlerde insanlar günü karşılıyor dünya yeni ümitlerle yarı ölüm olan uyku halinden sıyrılıyordu.
[1] Teoloji: ilahiyat
[2] Aşil: Peleus ile su tanrıçası olan Thetis'in oğludur.
[3] Bakara Suresi
[4] “Bulanlar ancak arayanlardır !” Mevlana Celadettin Rumi
[5] Bakara Suresi 30. Ayet
[6]“En-el Hak: Ben Hakkım" Hallacı Mansur.
Tuğba Y. D.
2023-04-13T21:37:39+03:00Teșekkür ederim.
Mısra Ergök
2023-04-13T19:51:34+03:00Çok ilgi çekici bir bölümdü. Zevkle okudum.