Her gece ben uyurken ceketimin ceplerine sıkıştırdığı şiirleri her sabah saat yediye yakın son sigaramı içerken söndürüyorum.

“Binlerce seni seviyorum, binlerce Mualla, binlerce Arif.”

Birkaç parça fiş, sigara kartonu, derginin ilk sayfasının sol köşesi.

Hepsi cebimdeki şiir içindir.

Hepsi Mualla’yla Arif içindir.

Kime mi bu seni seviyorumlar? Mualla’ya diyor ama Mualla biraz ben sayılır.

Kim mi bu Mualla? Beyaz, yumuşak tenli, geniş omuzlu bir oğlanın şiiri. Mualla nasıl bir şiir mi? Ayakkabılarının bağcıklarını sıkı bağlamaz, saçları omuzlarına değer ama dökülmez.

Mualla gibi bir şiir yazılmamıştır daha.

Kim mi bu Arif? Bakarsak biraz benim biraz Mualla’nın şiiri. Karakter bizim kızı bilir, kız yazdığı karakteri bilmez. Hiçbir anlatımı yoktur Arif’in; pantolon paçaları, uykusundan sonra gövdesini yırtarcasına kaşıması, üst üste giydiği yamalı gömleklerini dahi bilmez bizim kız.

Böyle birini tanıyorum, uykulu gözlerimi deviriyorum üzerine, sıkıştığım kentten çıkıp açılıyorum da hem ona.

Huysuz uyandığımız çok sabah biliyorum Arif’le.

Çoğulluğun dışında kalan haksız sabahlarda bir sürü ahşap masa, bir sürü iskemle arasında hep duvar diplerini seçip ikişer poğaça yediğimizi biliyorum.

“Arif, sabahı akşamı yok bu işin ayran içiyorum işte!” diye çıkıştıklarımı hatırlıyorum.

Mekan kalabalıklaşıyor...

Sesim ne zaman yükselse Arif’e, Arif dişlerini birbirine geçirip kollarımı sıkıyor.

Hep söylüyorum, daha yüksek söylüyorum: “Ah be Arif, hayatın ne önemi var sevda karşısında!”

Kolay adam mı Arif, benden Muallalık bekliyor tabii.

Sesim çıkmasın istiyor başta, kollarımın morardığı yetmiyor, diz kapaklarımın morluğunu bir bandajın içine saklıyorum, sesim hâlâ dağların zirvesine çarpıp Arif’e dönüyor: “Ah be Arif!”

Ben bu Arif’e sarhoş olup bir sokakta şiirler okuduğumu biliyorum, sesimi yükseltsem etimin rengini değiştiren adam o sokakta beni birkaç tokatla zapt ediyor.

Edecek tabii, biliyor çünkü. Mualla değilim ben, deliyim bir kere, adım çıkmış.

Kafama koyduğumu yapıyorum.

Hem sesim de gür çıkıyor.

Poğaçaları ya benim ya Arif’in sigara parasıyla yiyoruz, ayranı bozukluklardan çıkarıyoruz.

Ben mutlu kalkacağım masadan, ikimizin de karnı doydu.

Arif cimriydi, sigara uzatmayı bilmezdi.

Gömleğinin cebinde taşırdı paketi, durmadan ateşini kaybederdi.

Ben kibrit taşırdım dudaklarımda, insafsızdım yemeğin yanında içerdim sigarayı.

Sadece konuşurken, severken değil, öperken de gürdüm ben Arif’e.

Ne zaman Arif’le uyansam en sevdiğim öğün kahvaltı olurdu, iştahsızdım ama sigarayı azaltamazdım.

Öpmeyi hiç. 

Sıcak dudaklarımda taşıdığım kibriti tükürüp yapışırdım Arif’in dudaklarına tütünün ortasında.

Yine sıkardı kollarımı, sesim gürdü ama şuncacık kadındım işte gücüm yetmezdi Arif’e.

Kızardım ama mutlu kalkardım masadan, ikimizin de karnı doydu, Arif tütünsüz kalmadı diye.

Çantamı muhtemelen sağ omzuma takıp bir hışımla kalkardım iskemleden.

Kalkmasam ölürdüm bile orada.

Arif bilmezdi kemiklerim soğuğa dayanmazdı benim, iskemleleri severdim ama yasaktı bana.

Arif’e kızarak da olsa biraz yürüyüp ısınmam lazımdı.

Utanırdım dizlerimin yarasını Arif’e göstermeye, kaç defa öpmüştür kim bilir...

Ama bu sabahlar başka işte.

Kahvaltı sonrası bir koşturmaca alırdı bizi, Arif yine kollarımı sıkacak, dizlerimi kanatacak diye koşardım ben.

O beni niye kovalardı, hâlâ bilmiyorum.

Hâlâ dediysem Arif’e yazmayalı çok oldu. Aklıma karıştıkça yazacağım ona.

Dizlerim iyileşince tekrar yazacağım.


Saat yediye yakın, asla yedi olmuyor.

Ben nerede etsem sabahı, saat orada duruyor.


Seni halüsinatif kumbaramda biriktiriyorum Arif. Kabul, bunları ben uydurdum!