Bölüm-11


Her tarafı kaplayan sise baktım bir müddet, gökyüzünün perdesi derim, sis varsa gökte mahrem bir şeyler vardır muhakkak, kim bilir belki yıldızlar toplaşırlar yahut ay ağlıyordur, ne bileyim gezegenlerin yası vardır belki. İnsanlar görmesin dedikleri, insanları şahit istemedikleri bir sırları vardır.


Şemsiyeye baktım, öylece duruyordu, yaşlı adamın verdiği çanta hemen yanındaydı. Çantayı elime alıp aşağı doğru salladım, içimden düşenlerden kimi uzattığım bacağıma düşmüş kimiside yere değerek gürültü çıkmasına neden olmuştu.


İçinden çıkan metelikleri kenara itip gazeteyi aldım, birkaç yazı okudum ve gazetiyi katlayıp paraların üstüne bıraktım.


Eskimiş bir fotoğraf vardı yerde, arkasındaki yazıya dikkat kesildim.


Sevgili sen!


Sadece bu iki kelime vardı, fotoğrafı incelemek için ön yüzünü çevirdim.


Bir aile fotoğraıydı ama o kadar eskiydi ki, fotoğraf siyah beyaz olmakla beraber etrafının aşınması yıllanmış olduğunun kanıtı gibiydi.


Gülümseyen birkaç çocuk, sedirde oturan ve oldukça ciddi duram 4 5 kişi.


Gülmeyi yakıştırmıyorlar galiba kendilerine, yani büyükler. Genel olarak gülmezler, gülen biriyle rastlaşsam ve o büyükse küçük prense söylenen ciddi işlerin artık kalmadığını düşünürüm. Fakat durum sandığımdan farklı, büyüklerin kimisi gülebiliyor, dahası gülmeyi bir yük olarak görmüyor. Onları görünce içim kıpır kıpır olur, mutlu bir ruh haline bürünürüm birdenbire.


Kapı çaldı, sendeleyerek kalkıp açtım. Ufaklık gelmiş, elindede gazete. Gazeteyi uzatınca nedense içeri almak istedim onu.


Buyur ettim selam vererek içeri geçti.


"Çay içer misin ufaklık?"


"Olur ağbey, içerim elbette"


Çayları koydum, çaydanlığın altı hep açıktır bende, kısmen kaptırım ocağı.


Uzun uzun konuştuk, bir onu bir beni, o güldü ben anlattım; o anlattı, ben güldüm. Velhasılı birkaç saat yalnızlığa veda ettik.


Zorlanmadığım, ağlamadığım tek vedaydı.


*