Karalanan… Karalanan… Karalanmaktan epriyen ve çöp sepetinin yolunu tutan kâğıtlar. Ve sonra yırtılan ve yırtıldıkça sanki daha bir hacim kazanan kâğıtlar daha. Ve hacim kazandıkça, gözün her iliştiğinde “Beni dışarıdaki çöp variline kadar götürüp bırakmalısın.” gibilerden sinsi sinsi göz kırpan kâğıtlar. Sanki bırakılsa onlar yerli yerinde, koca oda tavana kadar kâğıtla kaplanacakmış gibi…


"Bu kaçıncı?" diye sordu kendi kendine. Sonra kalkıp çöpteki kâğıtları saymak geldi aklına. Güldü. Zihni boş bırakınca nasıl da saçmalıyordu. Bir masa. Üzerinde birkaç kalem, bir top kâğıt, içinde küçük notlar yazılı kareli küçük bir defter, sigara ve çakmak ikilisi ile bir cep telefonu. "Kadir! Yatmayacan mı lan sen daha? Kapat şu lambayı." Babanın sesi. Saat? 01.09. Eh, yatma zamanı artık. Sabah erken kalkılacak ne de olsa.


Dört gün sonra. Öğle sonrası. Saat 15.49, fabrikada çay molası. Ortamda insan kütlesine eş değer sigara dumanı, bardakların içinde şıngırdayan kaşık sesleri ve kadın kahkahaları. Soru.

-Okudun mu abe yazdıklarımı?

-Okudum, okudum.

-Nasıl abe? Güzel yazmış mıyım? Valla bak, pazar günü de evden çıkmadım. Hep bununla uğraştım namussuzum.

-Kadir, bak. Sana öykü yazma diyemem. Tabii ki yazmalısın. Zaten bizim mücadelemiz de bunun için. Yani tüm işçiler sanatla, bilimle, sporla uğraşabilsinler, kendilerini geliştirebilsinler diye. Ama senin...

-Ya abe, niye yazdığımı karıştırıyon sen yine. Boş veeer. Yazıyom ya, sen ona bak.

-İyi madem. Tamam edince getirirsin. Bir daha göz atarız. Sendikaya ben götürürüm. Ha, unutmadan, akşam komite toplantısı için Selimlerin evde olacağız ona göre.

-Tamam abe, ne zaman ki yazmayı bırakırım, hemen gelirim oraya. Merak etme. 


Akşam. Saat 21.01. Karalanan kâğıtların hemen yanı. Sessizlik. Salondan gelen televizyon uğultusu ve kalemin kâğıt üzerinde seyrederken çıkardığı hafif melodi… Ve düşünceler.


Ne garip şu Burhan abe ya. Tutturmuş sen niye kız için yazıyosun diye? E doğrusunu sen yaz. Bi' türlü anlamadım gitti zaten bu herifi. Sen tut, marmara ünüverstesini bırak, coğrafya öğretmenliği mi ne okuyomuş hem de, gel buraya fabrikada işçi ol. Neymiş efendim, zenginlere uşak olmayı değil devrimci olmayı seçmişmiş. Ulan oğlum, fabrikada çalıştın mı zenginlere hizmet etmiş olmuyon mu yani? Hem patron şerefsizi bir aydır paramızı da vermiyo. Seninki düpedüz parasız hizmetçilik oluyo o zaman… Ne zamandır da gizli gizli sendika sokmaya çalışıyo fabrikaya. Teee, altı yedi aydır uğraşıyo bununla. Komite momite falan. Tamam, doğru söylüyo. Örgütlensek iyi olur ama bilmiyo bizim patronu. Ulan bizim namussuz godoş, giden yıl, devletin krizde işçi çıkarmasınlar diye verdiği parayla gidip kendine daire aldı be. Şimdi de maaşlarımıza göz dikti. Ama bi' duysa bu sendika olaylarını, vallaha sade işten atılsan bayram et. Bu namussuz bi' araba da dayak attırır vallaha.


Ertesi gün. Çay molası. Saat 15.41. Burhan abe'nin önü.

-Abe, senin hiç sevgilin oldu mu?

-Oldu Kadir.

-Nasıldı? Güzel miydi?

-Pek güzel değildi. Ama iyi insandı.

-Eee, bizimle hiç tanıştırmadın ama.

-Adı Eylem’di. Şimdi cezaevinde.

-Hee. Anladım.

-Verdiğim kitabı okudun mu?

-Az kaldı abe, bitiyo. İnan ki ne zaman senden kitap almaya başladım, vallaha kahvenin yolunu unuttum ya. Arkadaşlar entel Kadir diye takılmaya başladılar bana valla. Farelerle İnsanlar, Cek London, İnci, Salpa. Hepsi harikaydı. Önceden söylemiştim abe, biliyosun. Verdiğin o felsefe mi siyaset mi ne kitaplarını pek anlamadım. Keşke önce roman verseydin bana. Ama son verdiğin kitabı biraz geç okuyom abe ya. Kusura bakma. Biliyosun, her akşam şu öykü işiyle uğraşıyom.

-Uğraş Kadir uğraş. Çok güzel. Bu konuda ne düşündüğümü biliyorsun zaten.

-Biliyom abe. Ama şu Dilek var ya, başka türlü bana dönüp bi' selam bile vermez. Baksana şu güzelliğe? Öyle değil mi?

-Güzel kız. Doğru.


Akşam. Saat 20.54. Masa, kâğıtlar, Kadir ve Kadir’in düşünceleri.


Ya, vallaha anlamıyorum bu adamı. Ulan sen kalk marmara ünüverstesini bırak… Tövbe yarabbim. Bi' de yakışıklı. Sevgilin var mı diyom, var. Neymiş, hapisteymiş. Hapisteki kadının kendine hayrı yok, sana ne hayrı olacak. Güzel mi diyom, yok, iyi insanmış. Ulan bi' kız güzel olduktan sonra insanlığını n'apacaksın? Yatağa insanlıkla mı giriyosun güzellikle mi? Fabrika dolu kız. Nerden baksan on beş yirmi tanesi güzel bunların. Hele Dilek? Birisine bile dönüp baktığı da yok namussuzum. Varsa yoksa komite, sendika, grev. Bi' de yakışıklı… Neyse. Ben öyküye döneyim yeniden.


İki gün sonra. Çay molası. Saat 15.51.

-Burhan abe, kusura bakma. Biliyom valla. Şu çay arasını da zehir ediyom sana. Kafanı şişirmekten korkmasam öğle arasında da yanına gelicem inan. Neyse işte. Mevzuyu biliyosun zaten. Şunu bi' daha oku da. Yarın sendikaya sen götürürsün, olmaz mı? Zaten günün orada geçiyo senin. Yanlış değilsem, üç gün sonra başvuruların son günü değil mi?

-Evet. Üç gün sonra son. Yazdıklarını okurum bu gece Kadir, merak etme. Ha, beni de rahatsız etmiyorsun merak etme.

-Eyvallah abe.

-Kadir. Dün bir daha toplandı komite, ona göre. İşler çıkmaza girdi gibi. Greve hazır ol bak. Sonra demedi deme.

-Ayıp ettin abe. Sen bana grev de, başka şey deme.


Akşam. Saat 22.14, Burhan’ın evi.

-Yoldaş ne haber? Ne okuyorsun öyle?

-Bir öykü.

-Vaay, demek güzel bir öykü seçip Eylem’e göndereceksin?

-Yok, öyle değil. Bir işçi arkadaş yazmış da, okuyayım diye bana verdi.

-Kimmiş o yazar?

-Kadir. Benim fabrikada. Komite toplantılarına da katılır arada bir.

-Şu esmer çocuk mu?

-O o.

-Eee, yazmak nereden aklına gelmiş?

-Valla işin aslını soracak olursan bizimki deli gibi âşık. Öğle arasında sevgilisini süzer gizli gizli. Çay molalarında da benim yanımda biter. Ağabey şunları bir oku, diye yakama yapışır durur. Temiz çocuk aslında. Epeydir roman, öykü kitapları veriyorum ona. Bir iki politik kitap verdim, baktım almıyor. Ben de romana öyküye döktüm işi. Biraz tali bir yol anlayacağın.

-Okudu mu romanları?

-Okudu okudu. Hem de nasıl. Ama okudukça da “Ben de aynısını yazarım bunların.” gibi bir düşünce oluştu bunda. Yazmasın demiyorum tabii, aksine, onu sendikanın yarışmasına katılmaya da ben ikna ettim. Ama bu allahsız, öz yaşamından öykü çıkaracağına, tuttu, aşk öyküsü yazmaya başladı. Hani deli gibi âşık ya. Sanıyor ki, yarışmada ödül falan alırsa Dilek buna gönül verecek.

-Ne diyeyim yoldaş. Umarım çocuk bir ödül kazanır da isteği yerini bulur.

-İnan ben de çok istiyorum. Ama bunun bir de tersi var. Yarışmaya katılsın diye ben ikna ettim ama, öz yaşantısından bir şeyler aktarması gerektiğini anlatamadım. Şimdi ödül falan da kazanamazsa belki benden bilecek. Oysa birçok defa anlatmaya da çalıştım. Eh, ne yapalım. Başa gelen çekilir. Neyse yoldaş, ben şu öyküyü bir kere daha okuyayım da bari…


Ertesi gün. Öğle yemeği arası. Fabrika yemekhanesi. Saat 12.39.

-Ne haber Kadir? Benim masaya gelsene.

-Geliyorum hemen abe.

Yazdıklarını dün gece birkaç defa okudum. Düşündüklerimi söyleyeceğim birazdan. Ama önce anlaşalım, söylediklerime alınmaca darılmaca yok.

(Kadir’in ayağında bir seğirme. Dışarıdan belli olmayan bacak ve kalça kaslarını sıkma hareketleri.)

-Yok abe, niye alınayım ki? Söyle sen.

-Eh, o halde başlayayım. Kadir, yazdıklarında doğal ki, okuduğun romanlardan ve öykülerden bazı parçalar var. Bu normal. Zaten herkes böyle başlar bu işe. Bu aşkı anlatırken anlattığın kısa hikâyelerden oldukça etkilendiğimi söyleyeyim. Bazılarından gerçekten de çok etkilendiğimi söyleyeyim. Bak, burada daire içine aldım bazı yerleri. Kâğıtların altını çizmem sorun değil, değil mi?

-Değil abe.

-Dur sana da okuyayım birini:


“Tedirgindi Fırat, korkuyordu. Ne zamandır peşinden koştuğu ama adını bile bilmediği (Ama bak sen adını biliyorsun hiç olmazsa.) kız, bir tesadüf eseri onun yanına oturmuştu. Zaten bir kadın yanına oturduğunda kendini yana çekerdi ya, o yanına oturunca iyice tostoparlak olmuştu. O güne kadar en büyük hayali onun elini tutmak, gözlerine bakmak ya da hiç olmazsa tenine temas etmekti oysa. Ama bunu yapamıyordu şimdi. Sıkılıyordu, bunalıyordu. Dayanamadı. Otobüsün sarsıntılarını kullanarak, elinde değilmiş gibi yaparak ona dokunmaya karar verdi. Tam da düşündüğü gibi olmuştu. Bacağı ve kalçaları onun bacağına ve kalçalarına temas etmeye başlamıştı işte. Santim santim başlayan temas, şimdi iki ahbabın temasına dönüşmüştü neredeyse. Otobüsün her sarsıntısı, onun yakınlaşmasına zemin hazırlamıştı. Ama yine de tedirgindi Fırat. Arada bir toparlanır gibi yapıyor, sonra yine eski pozisyonu alıyordu. Ne de sıcaktı teni. Ne de yumuşaktı. İşin garip tarafı kız, bu durumdan hiç de rahatsız değil gibiydi. Sanki ona temas eden biri yokmuşçasına oturuyordu yerinde. Fırat bu. Acaba kız ahlaklı mı sorusunu düşünmeye başladı kendi kendine. Olur ya, belki de kızın hoşuna gidiyordu bu durum. Kendi kendine hayallere daldı gene. Güya anne babasıyla tanıştırmaya götürüyormuş kızı da, onun ahlaksız olduğunu anlayan anne babası kızı kovuyormuş… İçinden güldü kendine. Onun farkında bile olmayan kız, bir kere yanına oturmuştu ve o, bunu evliliğe vardırmıştı. Unutmak istedi bu saçmalıkları. Düşüncesini yeniden kızın kendi etine temas eden bacaklarında ve yumuşak kalçasında odaklandırdı. Mutluydu işte. Ne güzel, ne yumuşak, ne sıcaktı bu kız böyle… Bir kıpırdanma hissetti sonra. Anlaşılan kız inmeye hazırlanıyordu. O da toparlandı hafiften. Dışarıyı seyretmeye başladı yalandan. Ama ona dönüp bakmak için içi gidiyordu. Az sonra kalktı kız. Dayanamadı Fırat. Önce göz ucuyla sonra doğrudan kıza bakmaya başladı… Şaşırdı sonra, şapşallaştı. Kızın yanında koca, siyah bir çanta asılıydı. Yani öteden beri temas ettiğini sandığı bacaklar ve kalçalar sadece bu çantaydı aslında. Kızın neden tepkisiz kaldığını da anladı. Çünkü hiçbir şey hissetmemişti. Ola ki kız, bir tacize maruz kalmamak için yanına otururken araya çantayı almıştı. İnene kadar şapşallığı atamadı üzerinden Fırat. Ama soğuk hava onu kendine getirdi. Ayıldı biraz. Az önce kızın bacaklarına temas edemediği için üzülüyordu. Ama şimdi, kızın ne kadar da namuslu olduğunu düşünüyor ve anne babasının onu hemencecik kabul edebileceğine seviniyordu.”

 

-Yaşadın mı lan Kadir böyle bir şeyi sen?

-Yok abe yaşamadım ama yazdım.

-Bir yerden mi aldın yoksa?

-Tam olarak değil abe. Ama buna benzer bi' şeyler okumuştum işin aslı. Tabii epey değiştirdim ben.

-Yani bunları gerçekten de sen yazdın?

-Abe, bi' aydır yaşadıklarıma sen şahitsin. Vallaha bu öykü için gecem gündüzüm birbirine karıştı inan ki. İnancın olsun, o kadar süre köpeği bağlasan benim odaya o da aynısını yazardı allahıma.

-Bir de senin kadar âşık olması lazım Kadir. Öyle değil mi?

-Doğrudur abe. Sanki başlarken alınmaca darılmaca yok demiştin abe. Yoksa söyleyeceğin kötü şeyler var da söylemiyor musun?

-Yok yok, şaka yaptım seni heyecanlandırmak için. Gerçekten de çok güzel yazmışsın. Ama çok romantik olmuş sanki. Bazarov’u hatırlıyor musun?

-Hatırlamaz mıyım abe? Kafayı romantiklere takmıştı. Biliyorum, onun karşı çıktığı gibi bi' romantiğim. Ama şu Dilek var ya abe. Neyse, beni saçma saçma konuşturma abe, boş ver. Sen hikâyeyi götür de. 

-Tamam Kadir, yarın öyküyü sendikaya teslim ederim ben.

-Sakın unutma da abe.

-Unutmam unutmam. Merak etme.


İki gün sonra. Fabrika önü. Saat 07.21. Kalabalık işçi kitlesi, dövizler, sloganlar, sabahın soğuğu ve önlükler el ele.

-Bu namussuz patronu öldürmek lazım abe biliyo musun? Nasıl pis pis bakıyo içerden. Vallaha gaz döküp yakmak lazım bu namussuzları.

-Birilerini yakmadan da başarılı olabiliriz Kadir merak etme. Yeter ki birbirimize güvenelim, kimseyi satmayalım.

-Valla abe, benim kendime inancım tam da diğer işçilere pek güvenmiyorum ben. Bizde birlik ne arar abe?

-Bu işçiler birbirlerine hiç güvenmemişler Kadir. Bu süreçte bunu öğrenecekler. Belki de yeniliriz burada. Ama burada öğreneceklerimiz bize yaşam deneyimi olacak. Onlar daha önemli. Yenile yenile yenmeyi öğreniriz bir gün merak etme. Boş ver şimdi bunları, bir sigara ver şuradan bakalım.


On bir gün sonra. Fabrika önü. Saat 08.40. Grev gözcüleri birkaç yüz işçi ve sabahın soğuğu iç içe.


-Abe, demiştim sana bizde birlik yok diye. Daha ilk günden başlamışlardı grev kırıcılığına. Ulan alçaklar, bizimle birlikte bir buçuk aydır maaş alamayan siz değil misiniz? Biz greve çıkınca “Onlara uymayın, geçin işinizin başına.” diyen patron yalakaları yarın fırsatını bulunca yine götünüze tekmeyi koymayacak mı? Öfff. Kızdım yine. Ama bir şey diyim mi abe, yine de çok sağlam durduk haaa. Bazıları döküldü ama çoğu da burada hâlâ bak.

-Kızma Kadir. Adamlar aç, ne yapsınlar? Onları da anlamak lazım. Kuşkusuz yaptıkları doğru değil. Ancak onlara kızarak bir yere varamayız.

-Abe, bazıları çıkışlarını bile almaya başlamış. Biliyosun değil mi?

-Biliyorum Kadir. Bu da aynı şey aslında. Dedim ya, açlık. Herkes senin gibi bekar sultan değil ki. Birçoğu aile geçindiriyor. Ha, senin Dilek de çıkışını almış, grev başladığında da kırıcılık yapmıştı, hatırlıyor musun?

-Abe, allahını seversen, onu hiç söyleme bana. Adını bile anma. İnan cinlerim tepeme çıkıyo. İnsan böyle zamanlarda tanıyo karşısındakini. Demiştin ya hani grevin ilk günü, "Burada öğreneceklerimiz bize deneyim olacak.” diye. Benim de yaşam deneyimim bu oldu. Her güzelin peşinden koşmanın akıl kârı olmadığını anladım böylece.

-Haklısın Kadir.

-Abe, söz buradan açılmışken şu bizim hikâye sonuçları ne oldu? Şimdi düşününce, bu hikâyeye ödül verseler artık ben kabul etmem ya neyse. Nasıl haber alırız abe? Yine de merak ediyo insan.

-Bir beş dakika bekle, ben sendikadaki arkadaşı arayayım istersen.

-Olur abe.


-Öğrendim Kadir. Sonuç, beklediğim gibi olmuş. Yani maalesef bir ödül alamamışsın.

-Sağlık olsun abe.

-Öyle tabii. Ama yine de bir şeyler kazanmanı çok isterdim Kadir.

-Sağ ol abe.


Grevin başarısından altı gün sonra. Kadir’in odası. Saat 20.58.

-Anne, benim kâğıtlarım vardı burada. Ne yaptın onları yine sen?

-Ben ellemedim oğlum. Ne bileyim. Bi' ara sevdalı gibi her gün kâğıtların üzerine düşüyodun. İki aydır da elini vurduğun yok. Sokmuşsundur ellenmeyecek bi' yerlere. İyice bi' bak çevrene.

-Tamam tamam buldum. Sağ ol.


Aynı yer. Dört dakika sonrası.

Kadir yeni bir kâğıt çekti önüne. Kâğıtların temiz yüzü ve kendine has kokusunu yeniden hissetmek onu çok mutlu etmişti. Heyecanlandı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibiydi. Hayır, yeni birine âşık olmamıştı. Bu sefer yaşadıklarını yazacaktı. Yarışmaya katılma gibi bir düşüncesi de yoktu bu sefer. Çünkü ne birileriyle yarışmak ne de birinci falan olmak istiyordu. Tek amacı, yaşadıklarını en güzel şekilde emekçi kardeşlerine anlatabilmekti. Kalemi aldı eline ve yazmaya başladı:


“Fabrikada, işbaşı düdüğü çalıyor…”

 

24 Aralık 2010

AMED