Bu günce; herkesin bildiği, belki de yaşadığı, toplumda konuşulamayan, konuşulsa dahi hep bir nedene bağlanılarak savunulan istismarın küçük ruhlardaki çözülmelerini doğa metaforuyla konu alan aslında hepimizin güncesidir.


Güz / Solmak 25/10/2004

Yaşamak çarkı dönüyor, hayat olağan akışında devam ediyordu. Babam her sabah sırtlandığı bin bir yükle işe gidip ancak gecenin on ikisinde eve dönüp çocukları uyumadıysa iki kelam edebilmenin uyuduysa da başlarını okşayabilmenin hasretiyle evden çıkıyordu. Annemse her sabah ihmal etmeden çiçeklerini suluyordu. Annemin söylediği sözler hala kulaklarımda çınlar: “Çiçeklerin suyunu yavaş yavaş vereceksin ki solmasın. İnsan da böyledir kızım, insanın suyu da sevgidir, yavaş yavaş vereceksin. Vereceksin ki solmasın.” Nereden bilebilirdim yaşam defterimin birer birer solacağını, korktuğum o büyük devin beni gölgesi altında bırakıp hayatımı karartacağını?

Çocukluğun derin sularından hatırlanan birkaç hatıra... O zamanlar var olmaya başlayan birkaç korku imgesi... “Yaşanılan şeyler ürkütücü değil miydi? Yoksa 8 yaşındaki bana fazla mıydı?” Hala bunu sorgularım. Bir kitapta okumuştum: “Boş bir odaya belli bir miktarda gaz verildiği zaman oda ne kadar büyük olursa olsun gaz odanın tamamına yayılır. Ne kadar küçük ya da büyük olursa olsun acı da insanın ruhuna ve bilincine tamamen yayılır.” diyordu (Frankl, 2019, 59). Minik bedenimin taşıyacağı acı vücudum kadar olmalıydı, neden dolup taşmıştı? Ruhum bedenime verilen acıdan daha ziyade kırılıp ufalanmıştı. Kırılmalar ve acılar o devle her karşılaşmamızda daha da çoğaldı. Ve kırıldıkça parçalar, canımı daha çok acıttı. Annem beni pamuklarda sarmalamıştı oysa ben cam kırıkları üzerinde yürümeye alışkın değildim ki!

Alıştırıldım… Oyun parklarında oynamak yerine büyük oyunlarda oynadım. Oyunlar oynandı, bitti ve yavaş yavaş renklerim soldu.

Ben yalnızca balonum gökyüzüne kaçtığı için ağlamalıydım.


Kış / Kırılmak 18/02/2005

Bir sabah uyandım, uyandım ki babam işe gitmemiş, annem çiçeklerini sulamıyor. Çiçekler solmuş, ev bir savaşa hazırlanacak gibi gardını almış! Alışkın olduğum iyimser düzen bozulmuş. Afalladım ve yaşadığım acıyı bile gösteremeyip o eski düzeni sağlamaya çalıştım. Her şeyden habersizmiş gibi göründüm, gülümsedim, benim de herkes gibi olduğumu anlasınlar istedim ama her sokağa çıkışımda ya da gördüğüm her yüzde bir tiksinme ve küçümseme gördüm. Ben zaten küçücüktüm, daha ne kadar küçültebilirlerdi ki beni?

Büyük bir masaldı bu, kuleden hiç çıkamayan küçük ruhla büyük devin masalı. Böyle oyunlaştırarak düşünmek daha az acıtıyordu. Acılarıyla oynamak 8 yaşındaki bir çocuk için fazla değil miydi? O çocuk suyla toprakla oynamalı, papatyalardan taç yapmalıydı.

Yaşanılan her olayda hayatımıza giren her insanda bir anlam vardı. Bu devin anlamı neydi? Küçük ruhu erkenden büyütüp kırıp dökmekten başka ne anlamı vardı? Bilmiyorum. Şükrü Erbaş bir şiirinde şöyle diyor: “Herkesin gerçeği kendine acı, herkesin acısı kendine biricik” (Erbaş, 2020, 40). Kimilerine göre bir anlamı olmayan bu acı benim içinde anlamını bulamamıştı henüz. Bu anlamsızlıkta günler çok hızlı geçiyor, ev her geçen gün daha da sessizleşiyor, ailemi neşelendirmeyi kendime görev edinerek yaşamaya çalışıyordum. Ve o büyük devin haksız öfkesi her gün daha da artıyordu; benim ruhumu ve bedenimi incitmesinden sonra sıra aileme, bahçemizdeki çiçeklere ve hatta oyuncaklarıma gelmişti. Kırılma sırası onlardaydı. Fakat devin unuttuğu bir nokta vardı ki o savunmasız küçük ruh değildi onlar! Yaptığı her şeyin karşılığını verecek en az kendisi kadar büyük bir güç vardı karşısındakilerde. Hem fiziksel güç hem psikolojik güçtü bu. Ülkenin biraz doğusuna gidilse böyle bir olayın sonu ya ölüm ya evlilikti! Fakat öyle güzel bir aileye sahiptim ki babamın kanatlarının altında hala minicik, annemin şefkatli bakışlarında hala tertemizdim. Babam; çağın bağnaz, karanlık düşüncelerine çevremizdeki insanların akıl vermelerine inat apaydınlık yolları tercih etti: Adalet yolu. O yol da çok yordu küçük ruhu, oradan oraya savurdu. Bir çocuk neden yalan söylesindi? Üstelik hem de bilmediği, anlamadığı konular hakkında. Toplumda daha önce duyulmayan, görülmeyen şeyler var olan gerçekliği yaşanmaz kılmıyordu. Nitekim bu zorlu yollar adaletin geç ama sonunda tecelli etmesini sağladı. Ruh kırıkları geçmeyecekti elbette ama daha az acı verecekti artık.

İnsan neden bazı anları daha iyi hatırlar? Hatta o anlar ki insana hala canlı hala yaşanılıyormuş hissi verir. Dün gibi hatırlıyorum; babamın gözlerindeki öfke, çıkılan merdivenler, mahkeme salonu, cüppe giymiş insanlar, sorular soran doktorlar ve o büyük dev. Hepsi zihnimde, bazı zamanlar tekrar tekrar dönüyor bozulmuş acı gıcırtı çıkaran bir plak gibi. Şimdi o plak eskiliğindeyim.

8 yaşındaki küçük ruhu kırarak büyüttüler.


Bahar / Yeşermek 10/05/2005

Kuş sesleri gelmeye başladı artık evimin bahçesinden… Her şey olağan akışına dönmeye çalışıyor gibi, annem yine çiçeklerini ihmal etmiyor, babam eskisinden de ağır yükleriyle birlikte işine devam ediyor, ben oyuncak bebeklerine sığınmış bir çocuk olduğumu hatırlamaya çalışıyorum tekrardan. Nasıl da unutulmaya yüz tutuyor yaşanılan acılar? Halbuki orada duruyor hâlâ, zihnimin bir köşesinde. Fakat yaşamak böyle bir şeydi değil mi? Yaşananlar yaşanır, zaman akar ve sen akışa ayak uydurmak zorunda kalırsın. Ayak uyduramayanlarsa hep o zamanda kalır ve dünyanın öteki tarafına itilir. Hep o zamanda kaldığımı hayal ettim; hep o devin gölgesi altında kaldığımı yani o odada, o bahçede, o yerlerde, onun teni tenime değerken… Bu korkunç hayal beni kendime getirdi. Kırılan parçalarıma bir yenisini daha eklememeliydim. Bunlar yetmez miydi? Yeterdi elbette. Öyle ya, o devin benden alıp götürdüğü çok şey olmuştu. Bundan sonrasına izin vermemeliydim. Hiçbir şey olmamış gibi rol yaptım. Sanki onları yaşayan ben değilim gibi davrandım. Acılarıma karşı savaş açtım, yok saydım onları. Çünkü var etmeye çalıştığım daha başka şeyler vardı; yaşadığı kötü anılardan bağımsız yeni bir ben. İlmek ilmek dokudum kendimi fakat eksik kalan bir şeyler vardı hep, yeni bir halı almışsın, yere güzelce sermek istiyorsun ama eski halı duruyor. Üstüne sersen bile o eski halı hala orada ve onun kiri, rutubeti yenisine de geçecek. Acıları olan beni temizlemeden yeni bir benlik yaratmaya çalıştım. Ama o anılar hep orada kaldı ve kalacaktı da bunu öğrenmem zaman aldı.


Yaz / Çiçekler Açmak 23/07/2005

Gök gürültüsüyle birlikte bir yağmur bastırır; rüzgarı, her şeyi dağıtır ve insanı karamsar bir ruh haline sürükler ya, çocukluk anılarımın ilk tarifi buydu. Fakat o yağmurun ardından beliren rengarenk gökkuşağı insanın içine umut tohumları serpiştirir âdeta. Adı gibi kuşatır insanı. Yaşanılanların sonrası benim için böyle olmuştu. Solan her bir yanım bin bir renkle boyandı. Eski ürkek, çekingen ruh yoktu artık; daha güçlüydüm. İstediğimi elde etmiştim, yeni bir benlik yaratmıştım fakat yaşadığım kötü anılarım da bu benliğin bir parçasıydı. O acılar sayesinde bugünkü ben’i oluşturmuştum. Siyah da gökkuşağına dahildi aslında…

Nazi kampında mahkum olan Viktor Frankl yaşadığı şeyler için şöyle der: “Bir insanın kendi kaderini ve içerdiği olanca acıyı kabul ediş yolu, kendi davasını seçiş yolu, ona en ağır koşullar altında bile yaşamına daha derin bir anlam katma fırsatı verir. Acıya katlanma yolları gerçek bir içsel başarıydı.” (Frankl, 2019, 82) Yaşamındaki olumsuz anıları kabullenebilmek, onunla var olmak benliği tamamlıyordu. İçimde tanımlayamadığım eksiklik buydu. Ben şimdi tamdım, her ne olursa olsun tüm anılarımla. Onları ben yaşamıştım, onlar sayesinde geçmişte vardım ve gelecekte var olacaktım. Önceden “neden benim başıma geldi, neden ben yaşadım” diyerek bahsettiğim acılarımı sahiplenmiş, bu acıların anlamını bulmuştum.

Ve annem çiçeklerini soldurmadan her gün sulamaya devam etti tıpkı benim de ruhumu her gün işleyip soldurmadığım gibi…