Bir kapı var. Çok uzakta, göremiyorum bile. Yaklaşmaya çalışıyorum, koşuyorum, koşuyorum, kollarımı uzatıyorum. Orada biliyorum, tam karşımda durmakta. Ama göremiyorum, dokunamıyorum, içeri girmek (Yoksa dışarı mı çıkmak?) şöyle dursun, görebilmek bana yetecek. Biliyorum, bilmek de en kötüsü değil midir?

Bir şey fark ettim. Mutlu olmaya dayanamıyorum, diyorum ki, ben acı çekmeyi hak ediyorum. Ben mahvolmayı hak ediyorum. Ben huzura layık değilim, dinginliğin anlamsızlığını düşünecek kadar mutluluğa layık değilim. Ben büyük şeyler hak ediyorum, anlatılacak şeyler. Mutlu şeyler anlatılmaz bilirsiniz ki, yalnız insanların mutluluğunun hüznü bile değmez anlatmaya. Mutluluğun alışkanlığa dönüştüğü akıp giden zamanın içinde kendimizi yitirmekten korkmuyoruz, o da olacak, olacak şeylerden neden şüphe edip korkalım, biz ademoğulları, tek korkumuz belirsizlik, yarının kaygısı benliğimizi sarmış olmasına rağmen her şey belirsizliğe bürünmüş, biz hâlâ kesin diyoruz, kendimi yitireceğim malum.

Bu aralar çok sık kâbus görür oldum, hiçbirini de hatırlamıyorum. Küçücük bir ayrıntı imgeler canlandırıyor gözümün önünde, diyorum ki ben bunu gördüm. Ben bunu yaşadım, ben bu korkuyu ölesiye yaşadım, istediğim oldu işte, anlatılmaya değer bir acı çekiyorum, ben mahvolmuşum. İstediğim buyduysa ve alışkanlığa dönüşecektiyse Tanrı benimle alay ediyor, her zamanki gibi diyorum tabii, bilirsiniz ki bazı kullarıyla alıp veremediği vardır bu gökteki adamın. Sonsuz mükemmelliğin kusurlu çocukları olarak cehennemi hak eder miyiz diye düşünüyorum bazen, hayır diyor sağduyum, hayır.

Bazen konuşuyorum öylece, kendimi kaybediyorum, ellerim titremeye başlıyor, bu kadar hissetmek normal değil diyorlar, sen git bir doktora danış istersen. Anlatmamam gereken şeyleri gülerek anlatıyorum, çoğu üzücü. Bana bakmıyorlar bile, bakmasınlar istiyorum, itiyorum elimin tersiyle. Sonsuzluğa itiyorum.