Derin bir nefes gibi

içime çektim dünyayı.

Sen mi büyüksün

ben mi büyüğüm Sisyphos?

Bir Yılkı atı gibi

kaçtım hayatımdan.

Pis bir yerde dolaşmanın

verdiği cinsten bir

huzursuzlukla yaşadım hep.

Küçük acıların somutlaşıp

insana arkadaşlık etmesi böyle,

ne tuhaf.

Gökyüzünde kaybolmuş

balonların koleksiyonunu yapmak için

her sabah yeniden uyandım.

Zaman bir kadının

beyazlayan saçları gibi

çöktü üstümüze.

Ağırlığını taşıyamadım.

Her gece

kaygılarıma da bir yatak hazırladım.

Herkes iki eli göğsünde

dua etmeye devam etti.

Hayata dair söyleyecekleri hiç bitmedi.

Benim başımın dertleri boyumu aşmış.

Bir sokağın bir kaldırım taşına

aşık olmuşum.

Dertli başımı taşa hediye etmişim,

taş şiir verdim diye sevinmiş.

Dertli başımla taş

bir başlarına kalmışlar.

Bak bunların hepsi hayal.

Ben daha bu sandalyeden kalkıp

Dertli başıma bir gül bile konduramıyorum.

Yine de kafasız yaşayabilecek kadar

uzağım sokaklardan ve

sigara içen çocukların gözlerine

bakamayacak kadar cesaretsizim.

Kalbimi ilk sayfası yırtılmış

bir defter gibi kenara koydum.

Anladım ki

beni, burada oturan kişiyi

hayal eden kudretli gücün

canı çok sıkılıyor olmalı.

Yoksa

roman olsa ilk otuz sayfada sıkılıp

bırakırdım bu hayatı.

Ruhumu on mandal karşılığında

nayloncuya sattım.

Ben gözlerimin rengini

boş çerçevelerde tüketmeyi sevdim.

Anladım ki

Sisyphos benden büyük.

Yine de ben

koşmayı protesto eden bir

Yılkı atı olabilirim.

Sözüm şudur ki

bir sokağın bir kaldırımındaki taşı bile

üzecek cinsten şeyler bunlar.

Yani diyorum ki

tüm bu olanlar,

hiç hoş değil.