Ölmek yaşamaktan da kolay oldu doktor.

Her şeyi akışına bıraktım. Hiçbir şeyin planladığım gibi olmadığını anladığım andan itibaren dertlerim, sorunlarım ve sorumluluklarım önemini yitirdi gözümde. Hiçbir şey yapmak istemiyordum. Sadece yazmak, yazarken yaşatmak istiyordum. İflas ettiğimi kabullenmiştim. Bu durum anlaşılıncaya dek vaktim vardı. Bir sorun daha vardı. O da bendim. En büyük darbeyi ben, bana yapıyordu. Bu kitap benim son kurşunumdu. Ya kadere sıkıp kontrolü elime alacaktım ya da kendime sıkıp geri dönülmez bir yola girecektim.


O dönemleri tekrar yaşıyor gibiyim doktor. Dik ve sarp bir uçurumun kenarındaydım sanki. Bir yanda temiz hava, güzel manzara, engin özgürlük hissi, uçsuz bucaksız huzur... Diğer yanda ölüme bir adım yakınlık, son nefes, final.


Yazdıklarım kısa zaman sonra gözümde değersiz paçavralara dönüşüyordu. Sakınmalıydım. Saklamalıydım. Yazabildiğim en iyi haliyle yazdıktan sonra bir daha bakmamak üzere kaldırıyordum. Kısa zaman sonra projeyi tamamladım. Kitabım “Tomris” hazırdı. Her bakımdan kusursuz ve tamdı. Kitabı yazarken çok emek harcamış, geceleri gündüze çevirmiştim. Aynı anda tüm karakterlerin korkularını, sevinçlerini, hüzünlerini, paranoyalarını, yalanlarını, ihanetlerini ve acılarını yaşamak beni çok yormuştu. Hem ruhen hem de bedenen zayıf düşmüştüm. Ama şimdi dinlenme sırası değildi. Şimdi feleğe çatmak zamanı.


Elimde tuttum Tomris’i. Biricik kızım, evladım. Bu kitap nefes alıyor, yaşıyordu. Bir bedene bürünmesi gerekti. Bu bedeni de ona verecek kişi bir yayıneviydi. Şimdi sırada, orayı bulmak vardı. Sırasıyla her gün sabah erken saatte dışarı çıkıyor ve gidebildiğim her yayınevine gidiyordum. Ya kibarca reddediliyordum ya direkt reddediliyordum. Türlü türlü reddedildim ama bir kez bile “Hayır” dediklerini işitmedim. Fahiş fiyattaki ilk baskı ücretini karşılamayı, satıştan elde edilecek gelirden düşük bir yüzdeyi kabul edersen; dolandırılarak reddedilmiş oluyorsun ki bu benim en gülüncüme giden reddedilişti.


Biraz soluklanmam gerekiyordu. Belki... Belki de... Biraz dinlemeliydim. Biraz uzansam... Belki de daha güçlü kalkabilirdim. Evime döndüm. Bir ses vardı başımın içinde. Tüm gün... Tüm gün yankılandı... Yankılanır durdu... Önemsemedim. Duymazdan geldim. Nasıl olsa benden başka kimse duymuyor diye yok saydım. Susmadı ses. Haklı olduğunu bilerek gülümsedi ve yine beynim içinde, bir sağa bir sola çarpa çarpa yankılandı. “Yazdıkların iyi olsaydı, görürlerdi belki bin kere.”


Ben, yalnızca zamanında kendi için yaptığı yanlış çıkarıma körü körüne bağlanmış bir adam mıydım? Yazı yazma işinde belki de o kadar iyi değildim. Bu çıkarım doğru olsa bile o zamanlar rakipsizdim. Rakipsizken galip gelmek kolay oluyor, en büyük sen oluyorsun. Körler dünyasında şaşı olmak iyiydi ancak şu an rakiplerim kartallar kadar keskin bakışlı insanlardı. Onlara kıyasla kötüydüm. Hatta yazdıklarım beş para etmezdi. Tüm bunları düşünürken bir anda her yan karanlığa büründü. Elektrikler kesilmişti. Bu kesinti sadece bende mi diye kontrol etmek için pencereden dışarı baktığımda, komşularımın aydınlık evlerindeki mutlu yaşamlarını gördüm. Derin bir soluk alarak “elektrik şirketinin sabrı buraya kadarmış” dedim.

Keşke ben de ölseydim herkes gibi.