Ben herkes gibi yaşayamadım, herkesliğe alışamadım doktor.

Üniversite yıllarım oldukça güzeldi. Parasızlık sorun değildi; kimsede yoktu. Dertler sorun değildi, herkeste vardı. Ne olduysa o yıllardan sonra oldu. Gerçek hayata atılmak gerekti, faturalar artık adıma geliyordu ve ben bir iş bulmalıydım. Yeni mezunlara tecrübesiz diye iş vermezler, iş vermedikleri için yeni mezunlar tecrübe edinemezler. Büyük bir kısır döngü içerisindeydim. Tüm kapılar bir bir yüzüme kapanıyordu. Her iş görüşmesine aynı takım elbiseyle gidiyor, her görüşme sonucu kaldırıma çöküp uzaklara dalarak sigara içiyordum. Acilen bir iş bulmalıydım. Ne olursa... Önce onca emeğime ihanet ederek hayat mücadelesi için alakasız bir işe girdim, sonra kendime ihanet ederek yok paraya orada çalışmaya devam ettim. Her gün yerimde saydım, gece oldu uyudum, sabah oldu çalıştım. Her gün kendime yaptığım ihanetin acısıyla uyandım. Kendime, işime, kadere, sisteme ve her gün değişen ve bu durumu üstüne yıkabildiğim şeylere küfrettim.


Sorular sordum kendime; cevaplar önemsizdi. Sadece zihnimi çalıştırmak ve dinginliğe, rutine teslim etmemek için... Bir mağazada satış görevlisi olarak çalıştığım dönemde tek yaptığım şey rafları dağıtan müşterilerin arkasını toplamak ve kıyafet katlamaktı. Her gün yeni iş ilanlarına başvuru yaptım. Çoğu geri dönüş yapmadı; yapılanlarsa ilanlardan farklı, saçma sapan işlerdi.


Bir gün çalışma arkadaşlarımdan biriyle deizm üzerine sohbet etmiştik. “Belki de deistler haklıdır. Bakacak olursak toplumsal yaşam insan ilişkileri üzerine kuruludur. Bu ilişkilerin sonucunu da bize dokunduğunda kader olarak yorumlamışız. Bir yerlerde bir şeyler oluyor ve bizle temas ettiğinde, sonucu bizi etkilediğinde buna kader diyoruz. Farazi konuşuyorum; şu an buradayım, elimde tuttuğum gömleği katlıyorum. Beş para etmez insanlara zoraki ve bir o kadar yapay gülümsüyorum. Herhangi bir yerden herhangi bir haber beklemiyorum. Her şeyden vazgeçmiş ve olduğum yeri kabul etmiş durumdayım. Bir yerlerdeki bir okulda bir öğretmen açığı olsa, bu açığı doldurmak için müdür öğretmenlere danışsa, o öğretmenlerden biri beni bir yerlerden tanısa ve öğretmenlik yapmak istediğimi bildiği için beni önerse, en sonunda bu haber bana ulaşsa buna oldukça şaşırır ve ‘vay be kadere bak’ derdim. Gördüğün gibi olaylar insan ilişkilerinden doğdu ve benim etkim yoktu. Haber bana geldiğindeyse bunu kader olarak yorumladım.”


Bu konuşmanın üzerinden iki hafta geçti ve bir öğle vakti üniversiteden eski bir arkadaşım beni aradı. Öğretmenlik yapmak isteyip istemediğimi sordu ve az önce anlattığım ne varsa hepsi teker teker yaşandı. “Vay be kadere bak!”


Mağazada kazandığımdan daha düşük ücret vermesine karşın çalışma saati daha fazlaydı. Ancak ben eğitimini aldığım ve emekler verdiğim alanda çalışmak, kendime ettiğim ihanete son vermek için teklifi kabul ettim. Artık mutlu olmalıydım. Uzun zamandır aradığım işi tanrı karşıma çıkarmıştı. Yazma işini epeydir boşlamıştım. En son ne zaman yazdım onu bile hatırlamıyordum. Şiir yazması benim için kolaydı. Kalbim bir kez çarpsın kelimeler dizeleniverirdi. Romansa tam bir kısır döngüydü. Yazdıklarımı aradan geçen zamanla birlikte amatörce, çocukça ve yetersiz buluyordum. Tekrar en başa dön, tekrar ve tekrar... Bu sefer hazırdım. Düzenli bir işim, planlı bir yaşamım ve kariyer yapabileceğim bir alanım vardı. Her şeyin yolunda gitmesi için şartlar uygundu.


Başlarda keyif alıyordum. Öğrencilerimle iyi vakit geçiriyordum. Onlara bir şeyler öğretiyordum. Öğretmenin hazzını yaşıyordum. Okuldan geldikten sonra romanıma devam ediyordum. Bir gün bir sonraki kelimeyi düşünürken tanrı kulağıma fısıldadı: Öğretmek mi önemli olan, eğitmek mi?


Olduğum yerde kalakaldım. Belki bir, belki üç, belki de beş saat elimde kalem, önümde notlarla karşımdaki boş duvarı seyrettim. Bu sorunun cevabı apaçık belliydi. Önemli olan eğitmekti. İnsan her an öğrenebilir. Okuldaki çocuklara kitaplarda yazanı anlatırsam bana mı ihtiyaçları olurdu yoksa kitaba mı? Ben ne işe yararım ki? Benim felsefeyi öğretmem değil, yaptırmam gerekliydi.


Felsefe, yolda olmaktır. Nereye gideceğinden ziyade, yolculuğun tadını çıkarmak ve yolda öğrenmektir. Bense daha önce bu yola çıkmış insanların yolculuklarını ezberletiyordum. Bugüne dek çocuklara ihanet ettim, bir kağıtta ne yazılıysa onu gösterdim. Düşündürmedim, soru sordurmadım, sorgulatmadım, yorumlatmadım... Artık her şey farklı olacaktı. Yarından itibaren tüm ders tekniğimi değiştirecektim. Çocuklara faydalı olacaktım, bir işe yarayacaktım.


Ertesi gün olduğunda çocuklara müfredat dışı sorular sordum. Onların beyinlerini daha verimli kullanmalarını sağladım. Onlara dayatılanla yetinememeleri gerektiğini söyledim. Onlara bunları anlatırken en büyük muhatabım yine kendimdi. Güncel meselelerden konuştuk, yorumlattım. Fikir sahibi olmalarını sağladım. İçlerinden bir çocuk “Öğretmenim bu konuştuklarımız sınavda çıkacak konulardan hangisine dahil?” diye sordu. “Sene sonunda gireceğiniz üniversite sınavında bu anlattıklarım çıkmayacak ama hayatınız boyunca karşınıza çıkacak her sınavda bu derslerin faydasını göreceksiniz. Üniversite sınavına gelecek olursak dersin son bölümünde sınava yönelik bilgiler vereceğim.”


Birkaç gün sonra müdür bey beni odasına çağırdı. Az önce bahsettiğim çocuk, müdür beye beni “bize havadan sudan bahsediyor, ders anlatmıyor, dersler boş geçiyor” diyerek şikayet etmiş. Müdürle tartıştık. Ders işleyişini ve metodumu anlattım. O bana ezbere bilgi vermemi dayattı. Tartışmanın sonunda fayda sağlamadan çalışmaktansa işsiz kalmanın daha onurlu olduğunu anladım ve istifa ettim.


Öğretmenlik defteri de bu şekilde kapandı. Eğitim vermek istediğim halde işsiz bırakıldığım için eğitim sistemine kırgınım bu yüzden.