Diyarbakır’da, İstasyon Meydanı’nın hemen yanında demiryolcuların lojmanları vardır. Sanırım 1950’li yıllarda yapılmış. Onların hemen aşağısında da DSİ’nin lojmanları… Her biri bahçeli, birkaç katlı yapılar. Bahçelerde göğe direk olmuş ağaçlar, bisiklet yolları, banklar, kameriyeler, şadırvanlar. Ancak bunların hiçbiri düzenli ve yeni de değildir; karmakarış, salaş, pejmürde bir haldedirler. Ve esas güzellikleri de buradadır zaten. Düzenli, tertemiz yapılar sanki süs içinmiş, oralarda hiç insan yaşamamış gibi gelir bana. Salıncağın hafiften yana yatmış olması, masa üzerinde bırakılmış çaydanlık ve çay bardakları, birdirbir oynamak için yerlere çizilmiş şekiller, tellere takılmış uçurtmalar, “buralar insana ait, burada biz yaşıyoruz” derler sanki. İşte böyledir bu lojmanlar da. Her gün en ince ayrıntısına kadar insana ait tüm izlerin silindiği sitelere benzemezler.


Ve burada gezinirken her daim çocukları düşünürüm. Burada büyüyen çocukları… “Acaba” derim, “yaşanılan mekânlar insanı nasıl etkiler?“. Bir an, çocuk gibi hayal ederim kendimi. Bir hızla ağaçlara tırmanır, meyveleri doldururum kucağıma. Sonra bisiklete biner, arkadaşlarımla mahalle turuna çıkarım. Öğleden sonra balkonda, güneşin mutlu sıcaklığı ve şadırvanın sesiyle türlü hayallere dalarak uyurum. Annem uyandırır beni akşam yemeğine. Artık büyüdüğümü, bir işe yaradığımı göstermek için taze soğanları ben getiririm bahçeden. Ve gece oldu mu, kameriyede komşularla semaver çayı içeriz. Babalar, bizim anlamadığımız ciddi konular konuşurlar. Kıyıdan köşeden bulaşmak isteriz muhabbete ama yanlış bir şeyler söyleyip madara olmaktan da korkarız... Aslında amacımız, komşu kızının gözüne girmektir. Başkadır çünkü çocukluk aşkları. Hiç kimseye belli etmediğini sanırsın ama başta o, herkes farkındadır yaptıklarının.


Yürüdüğüm yol ile birlikte hayallerim de nihayete eriyor. Lojmanların sonunda, bütün kirliliği ile hepimizin bildiği kent başlıyor. Önce, daracık alanlara sıkışmış on katlı köhne binalar, dar sokaklar göze çarpıyor. Onların ilerisinde ”yüksek güvenlikli“, ter örgüler ardına sıkışmış birbirinin kopyası apartmanlar. Böylesi mekânlarda nasıl bir çocukluk geçirecek acaba çocuklar ve bunun sonucunda nasıl bir yetişkin olacaklar? ”İnsanın anayurdu, çocukluğudur“ derler, doğrudur. Peki çocukluğumuz, nasıl bir anayurtta geçiyor? Mesken, mekân, mahalle, şehir, yurt… Hepsi nasıl da içimizde ve hepsi nasıl da şekillendiriyor bizi... Ve bunu çocukken bile fark ediyorduk: bizim gibi kenar mahallelerde, gecekondularda yaşayanlar ile apartman çocukları farklı oluyorlardı.


Şimdilerde ters bir açıyla bakıyorum insanlara. Yetişkin hallerinden yetiştikleri semti ve çocukluklarını anlamaya çalışıyorum. Kimileri şen şakrak, dost canlısı, paylaşımcı ve ama kimileri de inadına sessiz, insandan uzak, para hırsıyla dopdolu, mutsuz… Öylesine ki bazılarının ”bir gün biz…“diye başlayıp anlatabileceği tek bir hikâyesi yok. Nasıl da hatırasız, nasıl da sadece, büyümüşler. Ve çocuklarımız… nerede ve nasıl yaşıyorlar? Her tür konforun olduğu korunaklı yapılar onlara ne katacak ve ne eksiltecek? Ve sizce yarın, ”bir gün biz“ diye başlayabilecekleri bir hikâyeleri olacak mı?   



23 Nisan 2020

Gültepe