Sabahın erken bir saati; öyle taşrada, sakin, huzurlu bir sabahın da değil metropolün ortasında kendi domatesini yetiştirmek için yıllarca domates satın alan insanların sabahı bu. Düşleri, planları özlerine dönmek üstüne olan insanların.


Ve bir de özünü kırsala kadar gitmeden de keşfeden insanların sabahı tabii ki ve kendini yaşlanınca bulmak için yaşlanmayan, kendiyle yaşayan insanların da sabahı. Buldukları şeyi yalnız camekanlardan izleyen insanların sabahı yani.


Öyle bir yapay habitat ki bu insanın yarattığı metropoller, kendini bilen için bir fare kapanı. Kapan diyoruz ama görüyor bazıları peyniri çektikten sonra üstüne kapanacağını. Çekiyorlar yine de. Tercih ediyorlar doyduktan sonra ölmeyi.


Öyle yerler ki bu metropoller; cehalet mutluluk getirmiyor, nasıl olur da bilmemenin kafa rahatlığına erişemez insan? Erişemiyor işte, gözünü kapattığı her şey yanında beliriyor, duymamak için kaçtığı her ses zaten ensesinden çıkıyor. Bu sesleri her zamanki gürültü kirliliği sanmayın. Zaten ona da alıştı insan. Ama bu ses kornanın sesi değil, insanların kornaya basarken hissettiği öfkenin sesi, dondurması düşünce ağlayan çocuğun değil, nasıl tekrar alacağını düşünen annesinin sessizliği. Öyle ağır gürültüler ki bunlar, toplasan boş bir odada yankı yapmayacak tondalar. Ama insan da boş bir oda değil ne yazık ki. İçinde bir yerlere çarpıyor bu sesler; yükseliyor, duyuluyor, anlaşılıyor, yankı yapıyor sürekli.


En sağırı bile duyuyor, en körü bile görüyor, hepsi hissediyor metropolü. Benliklerinde, yaşamı aradıkları yerde, yaşamı sunup bitiren ikinci bir tanrı sıfatıyla...

Tanrılaşmak için çalıştıkları yerin göbeğinde acizce ölerek hissediyor...