Anlatacağım mesele kesinlikle gerçeğe dayanmamakla birlikte, kızı doğum yapan annenin ilk önce torununu değil de kızını görmek istemesi kadar gerçektir.

                                                                    1975 - Eskişehir

Okulun son günüydü, öğrencilere karnelerini dağıtıp okulu üç ay boyunca kapatmıştık. "Hocam, otobüs bir saate kalkacak. O vakte kadar isterseniz hanım ile sizi misafir edelim." dedi Odacı Zafer. "Mahsuru yok, yürüyüş yapmak istiyorum. Hanımına teşekkürlerimi iletirsin." dedim. Bu sene çok çetin geçmişti. Okula salgın gelmiş, öğrencilerimden birisi vefat etmişti. Kendimi o günden bu güne kadar hiç iyi hissetmedim diyemem ama çok üzülmüştüm. Sınıfımda herkes yoksuldu, bu yadsımanaz bir gerçekti. Vefat eden oğlum Şerif ise en yoksulu idi. Babası Kıbrıs'ta şehit olmuştu. Hayatım boyunca bütün kötülüklerin hep en zayıf insanların başına geldiği gerçeği ile didişip durdum. Bu gerçek benimdi. Genelleme yapacak kadar da çok insan tanımadım. O yüzden bu konu benim için tartışmaya kapalıdır. Yürümeye başladım. Otogara gitmek için yürümek gerekiyordu. Yol yoktu. Yoksul köylere yol gelmiyordu. Mesele de buydu. Yol gelmediği için yoksuldu bu köy. Yoksul olduğu için de köye yol gelmiyordu. Bu içinden çıkılamaz bir paradokstu. Belki bu paradoksu bu köyden çıkacak bir çocuk kıracaktı. Küçük bir ihtimal olsa da üç dört öğrencim şehirde okul kazanmıştı. Onların bu paradoksa müdahale edeceklerine emindim. Çünkü babalar, evlatlarına koşulsuz şartsız güvenirdi. Arkamdan bir ses duydum. "Olgun, bana haber vermeden mi gidecektin?" dedi. Bu sesin bende yarattığı duyguyu tarif etmem o kadar imkansız ki. O, her konuştuğunda göğüs kafesim kalbime batıyordu. Nefesim kesiliyordu. Utanarak: Otobüse yetişmem gerekiyordu seni de okulda göremedim. Eve de gelmek istemedim açıkçası. "Bir sene boyunca çıkmadığın eve neden gelmek istemedin?" dedi Neslihan. "Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. Sana gel diyorum gelmiyorsun. Gidelim buradan bile diyorum, üstelik öğrencilerime ne kadar bağlı olduğumu her gece senin koynunda anlatıyordum. Benimle gelmiyorsun." dedim. "Siz erkekler istediğiniz zaman bir kadının elinden tutup istediğiniz yere götürecek gücü kendinizde nasıl görüyorsunuz?" dedi "Kaç erkek tanıdın da bu genellemeyi yapabiliyorsun?" diye sordum. "Ne demek istiyorsun?" dedim. "Birşey demek istemiyorum, öylesine bir soru sordum işte." dedim. "Bin erkek tanısam ne farkeder? Senin için yaratılmadağım doğanın bir gerçeği ama mesele de bu değil" dedi. Gözlerimi kaçırdım, gömleğimin cebinden sigara paketimi çıkardım. "Bana bak bana, daha da ileri gideyim. Senden önce de birlikterelerim oldu. Bu senin için önemli mi? Soruyu şöyle sormak daha doğru herhalde, benim sadece seni koynuma aldığım fikri seni o kadar mutlu etmiş ki hayal kırıklığına mı uğradın?" dedi. 


Okulun bahçesinde yürürken, güneşin sıcağı omuzlarımı kavuruyordu. Neslihan’ın sesi, cümlelerinin içindeki kararlılık, bir ormanın derinliklerinden gelen yankı gibi kulağımda çınlıyordu. "Burada kalmak, yaşamaya çalışmak bir seçim değil, bir zorunluluk," dedi. Onun sözleri, yoksulluğun köklerine saplanmış bir ağaç gibi, beni derin düşüncelere daldırıyordu.

"Sen, bir kadının gücünü göstermelisin," diye düşündüm. Kendi köyümde, kadınların ezildiği bir dünyada, bu sözlerin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım. Neslihan, benim için sadece bir öğrenciydi; artık, onu daha çok hayranlıkla izliyordum.

"Senin için bu hayat, bir mücadele değil mi?" diye sordum. Cevabını merak ediyordum; çünkü onun kararlılığı, köydeki yoksulluğa karşı bir başkaldırı gibiydi. "Evet, ama sadece yaşamakla kalmıyorum," dedi. "Bir şeyler yaratmaya çalışıyorum. Yoksulluk, hayatı köreltmekten başka bir şey değil. Benim de hayallerim var. Eğer ben bu köyde bir şeyleri değiştirebilirsem, başka kadınlara da ilham verebilirim."

O an, içimde bir kıpırtı hissettim. Yoksulluğun üstesinden gelmek için eğitimden çok, eşitliğe ihtiyaç olduğunu fark ediyordum. Eğer bir eğitimci, bu dengeyi kuramazsa, kim yapacaktı? Belki de sadece eğitim değil, cinsiyet eşitliği, köyün yaralarını saracaktı.

"Yoksul bir köyde, hayatta kalmanın tek yolu güçlü olmak mı?" diye sordum. Gözleri parlıyordu. "Hayır, bu sadece güç değil. Bu, cesaret ve irade. Ama hayal gücünü de katmak zorundasın."

Neslihan’ın kararlılığı karşısında hayranlığım katlanıyordu. "Hayatımda kaç erkek olduğunu merak ediyorum," dedim, bunu neden merak ettiğimi bilmeden. "Neden bu soruyu soruyorsun?" diye yanıtladı. Gözlerinde bir parıltı belirdi. "Çünkü onları geçmek, hepsinden daha fazlasını başarmak istiyorum. Ama belki de ben sadece öğrenmek istiyorum; ne kadar az insanın beni anladığını."

Neslihan, hayatına giren erkeklerin sayısını sorgularken, ben de kendi içimde bir savaş veriyordum. Korkaklık ve cesaret arasındaki ince çizgide gidip geliyordum. "Benim eğitimim, bir kadının ne kadar güçlü olabileceğini anlamaya yetmedi," dedim. "Ama sen bunu her seferinde gösteriyorsun."

"Ve eğer ben bu yolda yürüyorsam, sen de benim yanımda olmalısın," dedi. "Birlikte daha fazlasını başarabiliriz. Hayal kurmalıyız, eğitimden fazlasını istemeliyiz."

O an, onun hayalleriyle kendi korkularım arasındaki mesafenin giderek küçüldüğünü hissettim. Neslihan, köyün topraklarından doğan bir umut gibi duruyordu; kararlı, güçlü ve belki de bu yoksulluğun üstesinden gelecek tek kişi.

Gözlerindeki ışık, içimdeki karanlık düşünceleri aydınlatıyordu. O, yalnızca bir öğrenci değil, bir ilham kaynağıydı. Hayranlığım derinleşirken, bu köyde gerçekten bir şeylerin değişeceğini hissediyordum. Eğitim ve eşitlik el ele vererek, yoksulluğun zincirlerini kıracaktı. Ve belki de, benim gibi bir eğitimci, bu değişimin öncüsü olmalıydı.