Nisan, 2018 



Saat, yetmiş metrekarelik bir alanda sıkıştırılmış, hayat durdurulmuş; yaklaşık kırk kişi aynı sese kilitlenmiş. Şadırvanda abdest alıp cemaatin arasına karıştım. Musalla taşının önünde iki kişi var. Bir baba, bir oğul. Taziyeleri kabul ediyorlar. Biraz aceleci geliyor insanların taziye vermek için cenaze merasimini tercih etmeleri bana. Sondan ikinci safta, en sağdayım. Yağmur hafif hafif serpiştirirken gözüm çocuğa takılıyor. Çocuk dediğime bakmayın, yirmili yaşlarında belki. Ne ağlayabiliyor ne de bir mimik oynuyor yüzünde. Daha çok ağlamaya yakın ama. Belki de bir an önce zaman geçsin istiyor. Hayatının bu yeni dönemine adapte olmak için zamanın geçmesi gerektiğine inanıyor. Tabutun baş kısmında bir tülbent var. Onu kokluyor, annesine son vedasında. 


Hiç tanımadığım birinin cenaze merasimindeyim ama beni bile ağlamaklı yapıyor bu manzara. Bedeninde ruh taşıyan herkes, hayatta kalan çocuklara, karısı ölen adama üzülüyor. ‘’Ben onsuz nasıl yaşarım?’’ cümlesindeki bencillik gibi. Bilinmezliğin, daha can yakıcı olduğu düşünülen bu dünyada, gayba bırakılan bedeni kimse düşünmüyor artık. Mekanı cennet olsun.



Namazın ardından ayrıldım alandan. Saat, hayat ve ses normale döndü çoğu kişi için. Baba ve oğlu ise bir süre daha zaman mefhumundan münezzeh devam edecekler hayatlarına. Belki yıl döngüleri kaybolacak. Üçyüzaltmışbeş, üçyüzaltmışaltı, üçyüzaltmışyedi diye devam edecek günler. Kim bilir?




Yürümeye başladım. Babamı toprağa verdiğimiz gün geldi aklıma. Gökyüzünden kireç yağıyordu o gün. Başka bir şeye konsantre olmaya çalışarak gözlerimin önünden geçen filmi durdurmaya çalıştım. Çevredeki kafelerden birinde oturan kadının elindeki kitaba takıldı gözlerim. Gencer Furkan Işık’ın Karmaşa’sını okuyordu. Yazarın soy ismi ve son on dakikayı düşününce aklıma ‘’Işıklar içinde uyusun’’ dileği geldi. İnsanoğlunun absürd isteklerinden birisi. Bu dileğin, semavi inançlardan uzak olduğu kabul edilirse, kapatalım ışıkları da adamcağız rahat uyusun.


---





2020



Beşiktaş’ta, Üsküdar’a giden vapur iskelesinin sol kanadında kalan banklarda oturdum. Uzun bir yürüyüşün son durağı. Arkamdaki barlardan birisinde Le Trio Joubran’dan Laytana, çalıyor. Uzak bir zaviyeden bakınca mekan ile çalan müziğin birbirleriyle zıt olduklarını düşünsem de daha önce hiç bu tarz bir yerde vakit geçirmediğim hatırladım. Belki de yanılan bendim. Kafamdaki yakıştırmaların eseriydi bu uyumsuzluk. 


Bir sigara yaktım. Yaslanıp karşıya baktım, bir şeyler eksik gibiydi. Sağıma, soluma ya da arkama bakınca da bu güdük hissiyattan kurtulamıyordum. Dünya ve dünyanın içindeki aktörler bana hiçbir zaman tamamlanmış bir tablo hissiyatı veremiyordu. Belki bir duygu eksikti. Yıllar boyunca empatiyi yanlış öğrettiler. Bize öğretenlere de yanlış öğretildi bu. Karşındakinin yerine kendini koyarak hüküm vermek gerektiğini öğütlediler. Kendini karşındakinin yerine koyduğunda, o kişi gibi düşünmeye çalışman gerektiğini kimse söylemedi. Bu basit mantık hatalarıydı belki de inançsızlığımın asıl nedeni. Belki de, bir kız çocuğuna tecavüz eden askeri koruyan devletin, savaş ortamında o kız çocuğunu askerlere kollatmasıydı. 

Birkaç yüz metre uzaklıktaki sese kulak kabarttığında sesi gelen seçim arabalarının, adaylarını tanıtmak için devletin hazinesinden harcadıkları paraydı belki de samimiyetsiz olan. İşsiz, devletten yardım eli bekleyen binlerce gariban varken, pankartlara para harcamayı tercih eden zihniyetti beni bu dünyadan soğutan.



Yürüyen insanlara izliyorum. Üçlü bir grup var, hepsi kız. Üçü de beyaz adidas ayakkabı giyiyor. Dar pantolon modasına onlar da ayak uydurmuş. Saçlar omuzlara kadar uzatılmış ve mor, kızıl, mavi gibi renklere boyanmış. Tek tip ürün, renk seçimi var. Bir topluluğa ait hissetme iç güdümüz açlık gibi. Yalnız kalırsak, ölecekmişiz gibi hissettiriyor. Özgünlüğümüzü kaybediyoruz. Tepkilerimiz, sevinçlerimiz, üzüntülerimiz ve kılık kıyafetlerimiz standartlaşıyor. İlkokul öğretmenlerinin dilinde kalıyor o cümle sadece: ‘’Her çocuk özeldir’’. Çocuklar büyüyünce teşhir ürününe dönüşüyor.


Kırklı yaşlarında iki adam mekanlardan birine doğru yürüyor. Belli ki işten dönüyorlar. Soğuk bir şeyler içip günün stresini atacaklar. Attıklarını sanacaklar ya da. Belki de hiç stres yok,kendileri iş yerlerini bu hale getiriyorlar. Daha fazla para için. Daha yüksek roller için giriştikleri savaşın çıktısı değil mi rekabet? Rekabetin getirisi değil mi stres? Üniversite okurken sosyalist olup, iş hayatında orospu çocuğuna dönüşen insanların evriminin tam olarak hangi aşamada gerçekleştiğini asla anlamayacağım. Kapitalizm, bireyselliğe dönen düzen naraları atacak kadar da enerjim yok. Kendi bokunda boğulsun herkes.



Bir sigara daha yakmak için rüzgarla savaşırken, kendi kendime ne kadar çok konuştuğumu fark ettim. Tam o esnada Hamza ve Tarık iskelenin başında belirdiler. Dostlarımı görünce tebessüm ettim.


Hamza, az konuşan, yakışıklı bir adam. Sessizliği her zaman dikkat çekmiştir. Aptal insanla gizemli insan arasındaki en ince fark nedir sevgili okur? Aptal adam, aptalca fikirlerini saklamak için susması gerektiğini fark etmez. Gizemin ilgi çekme sebebi ise doğal bir sessizliktir. Hamza’nınki doğal bir sessizlik. Tarık ise onun zıt kutbu. Gerekirse kendi konuşur, yine kendi cevaplar. Ama çoğunlukla boş konuşmaz. Onunla ortak frekansı yakalarsanız asla sıkılmazsınız. Hırslı birisi ama ortada bir yarış olmazsa bütün gün evde uyuyabilir. 

Hamza sağıma, Tarık soluma oturdu. Bardan gelen müzik Pilli Bebek’in Fotoğraf’ına dönmüştü. Çok yanlış bir yakıştırma yapmadığımı anladım şarkıyı fark edince. Hamza bir sigara yaktı. 


‘’Onur nasıl, Mutlu?’’

‘’Bilmiyorum, konuşmayalı uzun süre oldu. Az önce aklımdan annesinin cenaze merasimi geçti. Sen soracakmışsın demek ki.’’

Hiçbir dayanağı olmayan kehanetime tebessüm ediyor Hamza.

‘’E, ne yapalım gençler?’’ diye soruyor bu defa.


‘’Gidelim buralardan’’ diyorum… ‘’Kafam çok karışık. Parmaklarımı burnumun içine sokup beynime ulaşmayı, beynimi çıkarttıktan sonra yıkamayı, akan zifti bir leğende toplayıp leğeni de ateşe vermeyi istiyorum. Zihin dünyamı bu rahatlatacak sanki.’’