Şu gördüğün yirmi birinci yüzyıl, 

Benim eserim. 

Öyle zenginim ki 

Senden başka hiçbir şeyim yok. 


Şu kördüğüm bilmem kaçıncı satır, 

Senin eserin.

Öyle yoksulum ki

Sana teselli bir şiirim yok. 


Esir ettim sana birkaç sağlam gözyaşı eşliğinde beyhude methiyeleri.

Akacak kan damarda durmaz, hiçbir tabelada yok asilliğinin yol tarifi. 

Düşecek zaman akrepte durmaz, deli gibi koşuyorum kendimden içeri. 

Yessir ettim, sana birkaç sağlam tuz tanesi eşliğinde küfür mersiyesi. 


Bir dakika...


Şiir yazmak istemiyorum. 


Çünkü bunca şeyi şiirle anlatmak ahmakça.

İçinde bulundugum durum izahatı nasıl edilir? 

Bilmiyorum. 

Açıkcası vaktin yok veya sabırsızsan bu yazının devamını burada okumayı bırakabilirsin. 

Çünkü sevgili okur, sana ne vereceğimden emin değilim. 

Ben kendi yaptıklarına akıl erdiremeyen bir adamım. 

Bir esaret mottosu edinmiş, hayatın tüm belalarına bel altı şakalar yapan bir herifim. 

Standartın üstünde bir zekaya ve beceriye sahip olduğumun farkındayım, ancak akıllı olmak pek başvurduğum bir müessese değil. 


"Eğer bir kelime olsaydın ne olurdun?"

Hata. 

Evet ben bu hayatta bozuk akorlarla serenat yapan, gözyaşlarına hakim olamayan, bir taraftan nefret sözcükleri haykıran komplike bir metaforun içindeki benlikten ibaretim. 

Hata. 

Çocukluğumda bana nasihat etmek isteyen büyüklerime alacalı hakaretlerimi perhiz etmezdim. 

Zira müsterih bir yaşam pek de önem arz etmiyordu. 

Mutlu olmayı düşlemediğim bir hayat seçtim. 

Gitar ve tozla çevriliyim. 

Üzgünüm, tutarlı konuşamıyorum. 


Seni kaybedişimin bilmem kaçıncı evresi. 

Bilmiyorum, bu kaçıncı kaybımın sergisi. 

Anlatmayı bıraktım, sigara gibi. 

Zaten ne diye divane olacaktım ki? İhanetten bir kahramanlık öyküsü gibi bahsetmek ne kadar onurlu olabilir? 

Vücudumuzdaki elektronlar bile değişmişken, dudaklarındaki tadı senin şuan'ın veremezken, ben ne diye senin tüm tonlarını öpebileceğim bir iddianame yazıyorum? 


"Artık" zamanlarında değil miyiz? 

Sen bir artık'sın hayatımın bir nüktesinde. 

Hiç olmamış, hiç sahneye çıkmamışsın. 

Yine de seni başrol yapmışım. 

Ne kadar ahmağım!

Göz göre göre hayatımdan uzun bir tirat harcadım. 


Hayır, hayır!

Yalan söyledim. 

Evet, sen bikaç tahtası eksik kehanet tiyatromda kapalı gişe oynayan, en amiyane sevdaları bile hoyratça açık ara sollayan, içtiğim en demli, en lezzetli sevdasın. 

Evet haklısın, biz tüm dünyanın aynı anda zıplaması kadar imkansız bir aşkın muzip bir semtinde, mütemadiyen delirmiştik. 

Evet, iliklerimize kadar işlemiş olan aşktı. Aşklaşmak değildi. 

Hayatımım en asil, hayatımın en rezil iş kazasıydı. 

Sahnenin ölü noktasında yeşeren bir fidan, birkaç minör nota,

bazen bir öpücük, bazen bir tebessümdü dudaklarda. 


Hepsi bu kadar mı? 


Bir dakika! 

Değinmek istediğim bir konu daha var. 

Diğer tarafta mutlu olmayı önemsemeyen diaspora, toplumun namussuzu ilan ediliyor.

Bu nasıl bir edepsizlik! 

Borca kefen diktiren, simit parasına hayat söndüren, toplumsal bürokrasi ışığı(!) altında yetim büyüttüren insanlar mı onurlu? 

Hadi ordan!

Nankördür. 

Namussuzdur. 

Kırkında paklanacaksın arkadaş, yeter dünyanın ekmeğini yediğin. 

Kabul et, kibirinden yerinde duramıyorsun. 


Bir kafes almak için fani zamanını satıyorsun, saçını döküyorsun. 

Birkaç parça kağıt icin Haydar abi diyorsun, Haydar'a. 

Senden az ötedeki mazluma Haydo diyorsun. 

Oysa ki her şey kaliteli bir cenazeyle son bulacak. 

Oysa ki statülere tapmak sana gerçeği vermeyecek. 

Oysa ki herkes Haydar. 


Bırak artık bir yerlere koşturmayı, 

Çıkar artık şu tıpaları midas kulaklı,

Özün toprak, 

Özün su, 

Lazım olan bir kalp sevmeyi bilen, 

Bir el iyilik eden, 

Bir söz çare bilen, 

Bir adım hür gezen.


Yer gökten, gök yerden. 

Sen benden, ben senden.