Puslu şehirlerden birindeyim. Bu toprakların güneşi bol, pusu ağırdır. Gözünü alır sıcağın rengi, dünyanın gerçekliği kaybolur. En hazırlıksız anında söndürür ateşini. Buz gibi havanın sisini aralayıp gelir bütün çıplaklığıyla gerçekler. Yığılıp kalamazsın, dimdik tutar o çarpıcı soğuk bedenini.


Buralar dalgınlığa izin vermez. Umursamaz olmak daha büyük çaba gerektirir. Sıyrılıp kaçamazsın. Gittiğin her yerde tenini kesecek bir acı vardır mutlaka. Acıyla yoğrulmuştur buranın ekmeği. Sokakları benzer, insanları aynı mutsuzluğun rengini taşır yüzünde. Gülmek gizli bir eyleme dönüşmüştür. Büyük evlerin geniş salonlarında saklanmaz sadece kahkahalar. Eze eze bütün insanlığın yangınını, gözlerinden yaş akana dek dinmez o gürültü. Oysa olduğumuz yerin haberi yok tebessümden bile. Hatta maskelerin altına saklandı uzun zamandır iki yana kıvrılan dudaklar. Ayıp olacak bir şey kalmadı, nezaketen gülüşler yitirdi güzelliğini.


Değersizleşti bu çağ. Çok klasik ama acı bir şekilde çok haklı şu üç kelime. En başta sevgi nasibini aldı. İnsanlar çabalamaktan vazgeçti. Hiçbir şey uğruna savaşılacak kadar değerli değil kimse için. Saati belirsiz çekip gitmelerin ülkesi oldu burası. Gecenin sabaha çıkmadığı puslu cumartesiler zamanındayız sanki. Devridaim olmuyor devrisabit kaldı acı. Yaşımız üçer beşer atlıyor küsuratlarını lâkin biz hep özlediğimiz iki çift sayının avuncundayız. Kayıp gidiyoruz yatağımızdan dahi çıkmadan. Yıldızımız parlamıyor eskisi gibi.


Çokça yorulduk, gidelim mi buradan?