Şu zaman dedikleri illet geçiyordu bir şekilde. Hançerini yavaş yavaş saplıyordu dost görünümlü bir düşman gibi. Aynı zamanda iyileştirici bir ruhu da vardı. Açtığı yarayı bir şekilde sarıyordu. Zaman onun karşısında çaresiz kalıyor, ölümsüzleşemiyor, duruyordu. Sahi! Araf dedikleri şey bu olsa gerekti. Garip bir his, korkunç bir kargaşa, iğrenç bir karın ağrısıydı. Korku da vardı tabii... Ama saplantı değildi bu asla! Acı acı bir hüzündü. Berrak bir şekilde, en ince ayrıntısına kadar görülen, duyulan; harfi harfine sabahına unutulmayan ve hatırlanan bir kâbustu. Bir imgelem gibi gelip geçiyordu sessiz ve kara gecelerimde düşümden. Beni boğan o gecelerden... Ah o dört duvarım! Ah o beni koruyan kollayan gece bulutları! İçimdeki umudu bir nebze olsun hatırlatan bulutların arasında beliren o Ay... Bir anda düşlerime uzanıp da tutunsam sanki zamanı geriye döndürecekmişim gibi bir hülya. Sıcak, buğulu ve yakın. Düşmüyordu bir türlü düşlerimden. Sönmüyordu yüreğimdeki kor alev. Susmuyordu içimdeki o çığlıklar. Ah bir hissetseydi benim gibi hâlâ dudaklarının sıcaklığı dudaklarımda olduğunu. O acımasız zamana rağmen direniyordum bir şekilde. Başka hal gelmezdi elden. Evet suçluydu(m).

Bu hikâyede bir yargılanan ve yargılayan gerekti. Tüm suçu üstlenmediğim için suçluydum ben de.

Oysa her şeye rağmen yargılayamazdım. Yargılayamazdı...

Geriye kalan suskunluktu sadece ve bu kurulmayan mahkemelerin en acımasız peşin hükümüydü.

Konuşulmayan her bir konunun, kurulmayan cümlelerin, söylenmeyen sözlerin ağırlığı daha korkunçtu. Bu peşin hüküm, aynı zamanda ölüm gibi bir şeydi...

Ve bir ayna yeterdi bana yüzleşmek için.

Hem yargılayan hem de yargılanan olabilirdim.

Yapabilirdim bunu.

Cezasını çoktan çekiyordum zaten.

Bir hüküme varmama bile gerek yoktu. İçimde açılan koca bir karadelik vardı. Günden güne büyüyen ve ağır ağır beni bitiren bir karadelik. O ise başka bir evrende başka bir gezegende, tanrıçalığını çoktan ilan etmişti en güzel ihtişamıyla Tanrısına...

Ben ise zincire vurulmuş bir prometheus'dum artık...