Selim kahveden bir yere yetişmenin telaşı içinde çıktı. Bu telaş gereksizdi çünkü gideceği yerdekiler bir yere gidemezdi, isteseler dahi. Yine de hızlı adımlarla arşınladı kaldırımları başı öne eğik, veda hüznü içerisinde selamladı her bir kaldırım taşını. Kafasını kaldırdı baktı binalara. Onları selamlamadı. Sevmiyordu onları; hüzün bir tarafa dursun, derin bir kin besliyordu onlara. Ama binalar bunu hissetmedi, betonun hisleri olmaz. Birkaç tanıdık yüz gördü yolda yürürken, tanıdıklar Selim’in kininden nasiplenmek istemediler, tanımazdan geldiler. Tıpkı Selim’in yaptığı gibi.
Aşağı yukarı yarım saat yürüdü Selim, hiç ara vermeden. Sonunda durdu paslı demir bir kapı önünde
‘’Eskimahalle Mezarlığı’’
Büyük bir gıcırtıyla açıldı mezarlığın kapısı, buyur etti Selim’i içeri. Bu saatte mezarlığa gelinmesi pek alışılageldik bir davranış değil, üstelik toplum tarafından onaylanan bir şey hiç değil. Ama Selim mezarlık bekçisini tanıyor, böyle ufak yerlerde herkesin masası belli olduğu gibi, herkes de birbirini tanır.
Selim selamını verdi bekçiye, ilerlemeye başladı mezarlık yolunda.
Ortada uzun ince bir yol (Aşık Veysel’in bahsettiği yol, bu yol değil.) Yolun sağında ve solunda sık ve düzensiz mezarlar... Mezarların örtüsü pek tabii toprak ve onun kadim dostu yemyeşil ağaçlar. Selim bu kasabaya özgü bir ironi fark etti çünkü İç Anadolu mezarlıklarında ağaç yoktur. İnceden gülümsedi, hemen sakladı. Duymuştu bir zamanlar mezarlıklarda gülünmemesi gerektiğini.
Sükût içinde yürümeye devam ederken mezarları incelemeye koyuldu Selim. Beyaz mermer mezarlar bazılarına yetmemiş ve daha şık seçimler yapmış yine o bazıları. Küçüklüğünden beri bir huyu vardı, mezar taşlarını ‘’ruhuna El Fatiha’’ kısmına kadar okurdu. Yine o, duymuştu küçüklüğünde ‘’El Fatiha’’ duyulduğunda veyahut okunduğunda hemen aynı adlı surenin okunması gerektiğini. İncelediği her mezar taşı için Fatiha okuyamazdı, büyük zaman kaybı olurdu.
Gidenlerin kalanlara bıraktığı mesajlar da ayrıca ilgisini çekerdi. Kimi mesajlar dünyadan zevk almış ancak buna da aldanılmamasını öğütlerken, örnek diyeceksiniz, işte örnek:
‘’nazar eyle mezarım taşına,
akil isen gafil olma, al aklını başına
salınıp giderdim, neler geldi başıma
can verdim, taş dikildi başıma’’
Kimi mesajlar uyumsuz insanların son sözleriydi:
‘’dertli doğdum anamdan
zevk almadım dünyadan
vesile oldu bana ölüm
göçtüm bu yalan dünyadan’’
Çok mezar taşı okunmazmış, hafızayı zayıflatırmış, derler. Selim’in dinlemediği tek söylenti buydu. Okumayı öğrendiği günden beri, mezar taşı okurdu, şu zamana kadar bir zararını görmedi. Hafızası gayet yerindeydi. Ayrıca ne çok söylenti ve teamül vardı mezarlıklar hakkında. Bunu ayrıca düşünmeye karar verdi.
Sonunda annesiyle babasının yattığı yere vardı. Babasının vasiyeti üzerine, diğer mezarlardan farklı olarak mermerle çevrilmemişti etrafları, toprak olmaktı son arzuları. Onlara ait yalnız mezar başlarında isimlerinin yazılı olduğu birer parça ahşap vardı. Yan yana yatıyor Aysel ve Şevket çifti, aralarında bir ağaç. Gösterişli, diri olmaktan çok uzak; bu özellikleriyle şimdiki Selim’e çok benziyor. Selim’in hayatta gurur duyduğu tek şey olabilir mevzubahis ağaç. Beş yaşında babasının tarlasına dikmişti onu, o daha genç bir fidanken, gölgesinde oyun oynayabilmek için. Aynı ağacı iki kez dikti aynı Selim. İkincisi yirmi dört yaşındayken, onların bu ağacın gölgesinde rahat dinlenebilmeleri için.
Selim yirmi-yirmi beş dakika dikildi başlarında; toprağı avuçladı, birini bir diğerine kattı. Konuştu, dua etti ve vedalaştı onlarla. Giderken ağaç iki sarı yaprak döktü arkasından. Selim ise bunun farkına bile varmadan çıktı mezarlıktan. Eve gidene kadar bir şeyi hatırlamanın çabası içinde yürüdü.
Eve vardığında bıraktı çabasını, attı bir kenara. Hemen üzerindeki pespaye kıyafetleri çıkardı -dışarı çıkarken pek de hazırlanmamıştı- bir beyaz gömlek buluverdi. Uzun zamandır giyilmediği için buruş buruştu, ütülemeye niyet etti. Ütülerken de Cemal’i aramayı akıl etti. Portmantoda telefonunu aradı, buldu. Telefona ‘’Cemal’i ara!’’ emretti. Telefon, mecbur, emri yerine getirdi. Cemal, göletin yakınındaki birkaç meyhaneden birinin sahibi. Gölet kasabaya yirmi kilometre. Böylesi yerlerde içki içilecek yerler bellidir ve ekseriyetle şehrin dışında yer alır. Selim içmiyorsa, Cemal’i nereden tanıyor diye sorma gafletinde bulunursanız eğer, liseden arkadaşlar. Ve yine, ufak yerlerde herkes birbirini tanır.
Cemal telefonu açtı, gayet ‘esnafkarane’ ‘’buyur Selim’im, emrini alıyım’’ dedi. Bu tümce, ‘’Hadi Selim, telefonu çok meşgul etme’’ alt metnini taşıyan kibar bir ifadeydi. Selim bunu anlayacak kadar zeki, ‘’Bana en güzel masandan 2 kişilik yer ayır, sekiz buçukta oradayım’’ karşılığını verdi.
‘’Balık mı köfte mi Selim’im?’’ şeklinde rezervasyonun oluşturulduğunu, en güzel masanın -kime göre, neye göre?- Selim’e tahsis edildiğini bildiren, hedefe yönelik bir soru daha sordu Cemal.
‘’Yemem lan senin bayat balığını, rakıyı dayayıp beni kandıramazsınız oğlum’’ diyerek şaka yollu cevapladı Selim. İkisi de alt anlamlarla cevap vermeye bayılıyordu.
‘’Tamamdır benim güzel kardeşim, geldiğinde ‘Cemal abiniz nerede?’ diye soruver çocuklara, karşılayayım sizi’’ dedi Cemal; Selim uzatmadı, kapattı. ‘’Kardeşimmiş, ‘Cemal Abinizmiş’ siktir lan oradan’’ diyerek söylendi Selim, böyle gereksiz söylenmeleri vardı. Gömleği hatırladı, ‘siktir lan’ın artık bir gereği vardı.