Burnunun kanadığını düşün. Bir damla pıhtılaşmış kan yere düşüyor. O kan, artık senin değil. O kan, artık sen değilsin. Şimdi, vücudunun parçalara ayrıldığını hayal et. Önce ellerin sen olmaktan çıkıyor, sonra ayakların, sonra diğer uzuvların. Geriye parça parça, biçimsiz bir beden kalıyor. Peki, o parçalardan hangisi sensin? Evet sevgili dostum, işte güneş yine doruklara yükseldi. Fakat siyah bulutların arkasına gizlendiği için etraf yine de karanlıktı. Bir şeylerin yanlış gittiğini sonunda anlayabildim. Bu, ben değilim. Yanımda yatan Helen öyle masum görünüyor ki. Fakat bir taraftan da ondan iğrenmeden duramıyorum. Seni ihmal ettiğimin farkındayım. Gereksiz bir büyüye kapılıp dünyama renk katmak istemişim. Nasıl olduğunu ben de anlayamıyorum. Bu son birkaç gün hiç anlam veremediğim işlere kalkıştım. Colbert! Şerefsiz pislik! İnsanları nasıl kullandığını görebiliyorum. Herkesi o şirin dilleriyle nasıl kandırdığını. Çıkarcı herif! Parasına tüküreyim onun! Bugün gidip parasını yüzüne fırlatıp artık bu saçma oyunlara daha fazla katlanamadığımı söyleyeceğim! Hayır! Onu görmeye dayanamam. Yüzünde öyle güzel bir yer var ki, tam yumruğuma layık. Parayı Helen’a verip kendim evde kalacağım. Helen... Öyle garip bir durum ki, sevgili dostum. İstediğime ulaşınca ondan bıktım mı, yoksa en başından beri istediğim zaten o değil miydi? Kimi kandırıyorum, en başından istediğim o değildi; dudaklarını istiyordum, kollarını, ayaklarını, tüm bedenini. Şimdi, yanımda yatan bu kadının cesetten ne farkı var? Evet, dostum, şerefsizin tekiyim. Fakat öyle karışık duygular içindeydim ki, ne istediğimi kendim de kestiremiyordum. Deneyince de asıl istediğimin o olmadığını fark ettim, ne yapabilirim? İstediğin kadar kızabilirsin, haklısın. Ama, ben buyum işte. Kendimi bile kandıramadım, seni nasıl kandırabilirim? Zavallı kız. Aniden, bir müddet önce onu ağlarken bulduğum geceyi hatırladım. Gururumu ezecek bir şey söylemişti, neydi? Bekle bir dakika, şimdi hatırlayacağım. Ha, dudağımdaki yarayla dalga geçmişti. Hayır, dostum, kinci değilim, sadece birden aklıma geliverdi. Hayır, yapamam. İlişki bana göre değil. Kendimi de küçük düşürdüm işte. Gerçi ne yazar? Helen kıpırdandı. Esneyerek kollarını tavana doğru uzattı. 

“G. uyandın mı?” diye sordu. Ne yapacaktım şimdi? Onu böylece yüzüstü bırakırsam... E, ne olacak? Aptal herif! Seni az mı yüzüstü bıraktı? Olanları hatırlayınca sinirlenmiştim.

“Helen, kalk!” diye yatağımdan fırladım. Ceketimin cebindeki paraları çıkarıp yanına gittim. 

“Bunları Colbert’e vereceksin.” Helen gözlerini ovarak:

“Ne bu?” diye sordu. 

“Bana verdiği para. Artık provalara katılmayacağımı söylersin. İstemiyorum, vazgeçtim.” Ayağa kalkıp üzerime doğru yürümeye başladı. Çıplaktı. Fakat hiçbir önemi yoktu. 

“Ne? Çıldırdın mı sen?”  

Uzatmak istemiyordum. Bu yüzden de bağırmak zorundaydım. 

“Dediğimi yap, Helen! Parayı al ve çık git!” 

“Gideyim mi? Belki ben de gitmek istemiyorumdur?” Önce şaşırdım. Fakat bu tür sevgi gösterilerini midem kaldırmıyordu. 

“Git ve provalara katıl!” Gözleri yaşarmıştı. Bağırıp çağırmanın faydası yoktu. Belli ki bu konuyu şirin bir dille çözmek zorundaydım. 

“Helen, bak. Geç otur şöyle.” Sesimin tonunu alçaltmıştım. Helen elbiselerini alıp giydi ve geçip yatağa oturdu. Bu arada ben de giyinmiştim. 

“Ne kadar alçak biri olduğumun ben de farkındayım” diye söze başladım. “Ama ne yapayım? Böyleyim işte. Ama senin hayalini mahvetmene izin veremem. Oyunculuğun karşısında nasıl büyülendiğimi görmüyor muydun? Sen o sahnelerin kraliçesisin. Orası senin tahtın. Bunu kimseye bırakamazsın. Beni boş ver. Başka bir yol bulup geçinirim. Kolay. Şimdi bu parayı al ve lütfen git.” Daha fazla dayanamayıp ağladı. Parayı aldı. Yerinden fırlayıp salona geçti. Bu olayı tekrar yaşıyordum, sevgili dostum. Fakat bu sefer hiçbir şey hissetmiyordum. Kapıyı açıp dışarı çıktı. Aniden durdu ve arkasını dönüp:

“Sen insan değilsin, G.” dedi. Uzaklaştı. Bu son sözün bana neden tesir etmediğini düşündüm, demek ki artık gerçekten de özüme dönmüştüm. 



Koskocaman bir yıl geçti, sevgili dostum. O olayın ardından bir gazetede iş bulup köşe yazıları yazmaya başlamıştım. Hakkında yazmak zorunda bırakıldığım bir haber de, Helen’ın tiyatro camiasında yükselmesi ve en ünlü yönetmenlerden biri olan Colbert’le evlenmesi olmuştu. Helen birkaç ay önce film sektörüne girmiş ve bu yıl, yani bu son ayda Fransa sinemalarında gişe rekorları kıran bir filmde başrolü oynamıştı. Artık kadınların da sanat alanında önemsenmesi, göz ardı edilmemesi gereken bir olaydı. Onların adına seviniyordum, fakat kendim için nasıl duygular içinde olduğumu henüz bilemiyordum. Belki de bu, ben son nefesimi bu adi dünyaya bırakana dek sürecekti. Colbert bana birkaç kez ulaşmaya çalışmış, fakat başarılı olamamıştı. Artık tüm geçmişim bir atık hâline gelmişti. İlgilenmiyordum, sevgili dostum. Hayatıma hiç kimseyi almamıştım. Artık ne bir dostum ne de dudaklarına sarılmak istediğim bir kadın vardı. Hâlâ aynı evde oturuyorum. Köşe yazılarımın pek de ilgi gördüğü söylenemez. Ama maaşım iyiydi. Gazetenin sahibinden nefret ediyordum. O da diğer patronlar gibiydi. İnsanları para olarak görmek iş adamlarının ilk kuralıydı. Böylelikle insanlar para kazandıklarını düşünüp daha çok para üretiyorlardı. İlgi görmememin sebebini biliyordum. Çünkü ben güncel olaylardan ve popüler kültürden uzak durmaya çalışıyordum. Hangi şarkıcının, konserlerde ne kadar kazandığı beni ilgilendirmiyordu. Birkaç güne buradan da ayrılacaktım. Ailemin yanına dönmeyi düşünüyorum. Bayağı para da biriktirmiştim. Hiçbir sıkıntım yoktu artık. Hayat benim için güzeldi. Yani, bu durumda güzel olmak zorundaydı, sevgili dostum. Fakat ne yazık ki o kadar kolay değil işte. Ne kadar gülümsersem gülümseyeyim, kendimi kandırmaktan başka bir şey yapmıyordum. Zararı yok, alışılagelmiş bir durum ne de olsa. Her şey boşunaydı. Bir serüvene koyulmak isteği bile artık dürtmüyordu içimi. Acaba bir hayalet miydim? Hayır, öldüğümü hatırlamıyorum. Gerçi ölmüş olsam, şu an hayalet bile olamazdım. Beni bekleyen hiçliği o kadar merak ediyorum ki. Bir taraftan da yaşamanın karşı konulamaz çekiciliği vardı. Ya da başka bir deyimle, ölümden korkuyordum. Artık acıya bile duyarsız olduğum için bu korku daha da artmıştı. Ölmem için bir sebep yoktu yani. Gerçi bu, dünyanın boktan bir yer olduğunu da değiştirmiyordu. Beni anladığını düşünüyorum, sevgili dostum. Ne de olsa bir müddet ayrı düşsek bile en yakın dostum hâlâ sensin. Paris’teki arkadaşlarım nasıllar acaba? Onları da görmek isterim. Fakat senin yerini kimse tutamaz, zaman almış olsa bile sonunda bunu ben de anladım. Hemen şımarma, amacım seni övmek değil. Sen zaten yoksun. Ya da var değilsin. İşte! Anlamamız gereken bir nokta da burası. Olmamakla olamamanın farkını kavramamız gerek. İnsanı insan yapan şey var olması mı? Çünkü bir tek insanlar olamamayı tadabilirler. Bir nesne ya da bir hayvan ya vardır ya yoktur. Yani ya zaman ve mekanın içindedir ya da dışında. Ama insanın varlığı, sevgili dostum, olamamak’ta ne de çok takılıp kalır. Bir karar verdiğimiz zaman bunu kendimizin yaptığını düşünürüz. Oysa kararlarımız, biz olamamak’ta olduğumuz sürece kendi irademizin mahsulü olmaktan hep uzak kalacaktır. İnsan dünyaya gelir, algılar ve yargılar. “Yargılar” kısmına dikkat et, dostum. Oysa bu kronoloji şöyle olursa biz ancak o zaman başkaldırımızı yapabiliriz: İnsan dünyaya gelir, algılar ve sorgular. Yargılamak artık alışkanlık hâline gelmiş durumda. Bunu şöyle de özetleyebiliriz aslında: İnsan nefes alır, beslenir, ürer ve yargılar. Yargılamak, sevgili dostum, özgür iradeyi hep sönük hâlde bırakır. Çünkü biri hakkında bir yargıya vardığın zaman, ilerideki zamanlarda o şeyi yapabilme şansını kendinden alırsın. “Böyle olmaz”, “Doğru şekil budur” gibi laflar ederek kendini ıssız ve kokuşmuş kabuğunun derinliklerine daha da itersin. Ben varım, sevgili dostum, fakat sen yoksun. Ama ben özgür yaşamadığım sürece senden bir farkım kalmıyor. Bazen midemde ne var ne yok kusmak istiyor, bazen de midemi bile yerinden sökmek istiyorum. Ben bir kalıba uygunlaşmak için yaratılmadım. Hayır, kalıbımı kendim de yapılandırmamalıyım. Ben yapıma uygun olan tüm kalıpları yıkmak ya da o kalıplara sadece bakmak için buradayım. Çünkü “sığmak” da aslında kendini zincirlemektir. Sonu olmayan, yani olmaması daha uygun olan bir cümleye ısrarla nokta koymaya çalışamam. O noktayı koysam bile, cümle tüm noktaları yıkarak uzamaya devam edecektir. Fakat eğer noktayı koyup gözümü yazının yazıldığı yerden alırsam, benim için her şey bitmiş olacak. Ve sonunda bilgi ya da özgürlük sahibi olduğumu iddia etmekten başka bir şey yapmayacağım. 

Yeni kitaplar almıştım. Çoğu ölümle ilgiliydi. Bazıları ölüme kadar sürükleyip “ama siz yine de ölmeyin” diyen kitaplardandı. Zaten bunun aksini hiçbir kitap yapamaz. Böylesi herkes için daha iyi. Son zamanlar Camus okuyordum. Albert Camus'ün en çok bilinen makalesi "Saçma ve İntihar" şu önermeyle başlar: "Gerçek anlamda tek bir felsefi problem vardır; o da intihar." Bu, Kafka'nın kasvetli aforizmasını akla getirir: "Anlamaya başlamanın ilk işareti ölme arzusudur."

Hayatları boyunca ezilenlerin intihar etmekte güttükleri amaç bu ıstırap dolu serüvene son vermek değil, o acıları yaşatanları biraz olsa bile üzmektir. İstedikleri başka bir şey yoktur. Onlar bile bunu inkar ederler, fakat işin aslı budur. Çünkü manevi acılar kadar insanı intikam almaya sürükleyen başka bir şey yoktur. Bazen bu istek benim de etrafımda dolanıp duruyor. Ama söylediğim gibi, bunu yapmaya karar vermiş olsam bile bunu yapabileceğimi hiç sanmıyorum. Hem artık anlamaya da çalışmıyorum. Zaten bu duruma bir kez düştün mü anlamak istemesen de anlamaya çalışmamak mümkün değil. Şimdi ise bu bulanık kafam elverdiği sürece bunu en azda tutmak istiyorum. Kendiliğinden gelişen şeylere bir diyeceğim yok. Bekle bir dakika... galiba kapı çalıyor. Evet evet. 

“Kim o?” diye bağırarak kapıya yaklaştım. Dürbünden baktım.

“Benim, Henry” dedi adam. Olamaz. Bu Helen’ın eski erkek arkadaşı. Ne arıyor burada? Yine beni pataklamak mı istiyor acaba? Kapıyı açmalıydım. Dirseği eğip kapıyı kendime doğru çektim. Adam sanki kendi evine giriyormuş gibi içeri dahil oldu. Elini uzattı. Sıktım. 

“Nasılsın?” dedi gülümseyerek. Şaşkınlığımı çabucak üzerimden attım.

“İyiyim” dedim. 

“Biliyorum, neden buraya geldiğimi merak ediyorsun. Geçebilir miyim?”

Elimin içiyle salonu gösterdim. 

“Geç” dedim. Dudağını görünce elimi dudağıma götürdüm. Eskiden burada bir yara izi vardı. Yumruğuna baktım. Saçma bir intikam hırsına kapıldım. Sakinleştim. 

“Anlat bakalım” dedim ardınca salona geçerek. “Nedir seni buraya getiren?” 

Ceketini çıkardı. Bir süre elinde tuttu. Almayacağımı anlayınca kanepenin koluna bıraktı. 

“Bak, dostum...”

“Ne dostu?”

“Öylesine söyledim, canım.”

“Lütfen erkek gibi davran.” Evet, dostum. İntikam alma hırsımı yenememiştim. Gereğinden fazla kaba davranıyordum. Fakat umurumda değil. Ne var ki sinirlenmemişti. Ne olmuş bu adama böyle? Tekmesini çoktan yüzümde hissetmem gerekiyordu. Niye hamle yapmıyor? Ne bu yüzündeki durgunluk?

“Kusura bakma” dedi. “Neyse, konuya geçeyim. Geçen yıl Helen’dan ayrılmıştım. O gece sana gelmiş; ona yardım etmiş, kapını açmışsın. Yo yo, hayır. Sonrasında onu kovman da güzel bir hareket. Tabii barıştığımız zaman bunları bana anlattığında çok kızmıştım. Şimdi düşünüyorum da, keşke o iblis için sana dayak atmamış olsaydım.”

Ne saçmalıyor bu adam? Bir türlü anlayamıyorum. Kaşlarımı çattım. Açıklama beklediğimi anladı. 

“Evet, iyi yapmışsın. Hatta az bile yapmışsın.”

Doğrusunu söylemek gerekirse Helen benim için artık bir anıdan farksızdı. Amma bu adamın söyleyeceklerini merak etmeye başlamıştım.

“Helen’ın bir hayali vardı. Oyuncu olmak. Ona en çok destek olan kişi bendim. Devlet tiyatrosuna başvurduk. Neydi o adamın adı... her neyse, hatırlayamadım. Birkaç denemeden sonra provalara çağırdılar. Ve Helen artık orada çalışmaya başladı. Başlarda provalarını izlemeye gidiyordum. Lanet olsun! Aşağılık karı! Çıkışta onu almaya gitmezdim. Ne de olsa ben de çalışıyordum. Pek zamanım kalmıyordu. Bir gün müdürümden izin alıp işten erken ayrıldım. Uzatmayacağım. Gelip ona sürpriz yapmayı düşündüm. Salona girdiğimde Helen’la o piç kurusu yönetmen yarı çıplak hâldeydiler. O anda neler hissettiğimi sana anlatamam! Kendimi acındırmaya gelmedim. Diyeceğim şu ki, beni affetmeni istiyorum. Seni tanımıyorum, sadece adını biliyordum. Gazetede yazdığın bir köşe yazısına denk geldim. Gazeteyi aradım, adresini öğrendim, şimdi de beni affetmeni istiyorum. Keşke o dayağı kendime savurmuş olsaydım ve o karının çekiciliğine kapılmasaydım!”

Kandırılmamıştım, sevgili dostum. Fakat nedense yüreğimde öyle bir his oluşmaya başlamıştı. Yüzümdeki durgunluk Henry’nin bile garibine gitmişti. 

“Colbert...” diye mırıldandım sinirli fakat bir o kadar da hazin bir sesle.

“Evet! Evet işte. Yönetmenin adı Colbert’ti. Alçak adam!” 

Henry eski dosta sayıp söverken yüreğimdeki acının daha da derinleşmeye başladığını hissediyordum. Bu nasıl bir şeydir? Yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Karşımdaki adam ezilmiş olsa da onu daha fazla görmeye tahammül edemiyordum. 

“Affettim” dedim. “Şimdi lütfen git ve neden kaba davrandığımı sorma, sadece git.” Katlanamıyordum! Hayır, imkansızdı! Kalktım. Kolundan tutup dışarı fırlattım. Ne yazık ki birine merhamet göstermek bana göre değildi. Ne o öyle cıvık cıvık. Yaşlı başlı adam işte, bir zahmet katlanıversin. Kapıyı yüzüne kapattım. Şimdi Henry, eski sevgilimizle aynı kaderi paylaşıyordu. 

Demek Helen’la Colbert arasında bir şeyler olmuştu. Belki de olmamıştı, sadece olup bitmişti. Belki de bu Helen’ın Henry’den intikam alma şekliydi. Fakat ben neden aldatılmış gibi hissediyorum? Kahretsin! Lanet olası adam! Ne diye benden af dilemeye geldin ki! Bu olay alışmış olduğum düzeni bozmayacaktı, fakat birkaç gün beynimi yiyip bitirecek ve beni düşünmeye mecbur kılacaktı. Hayır! Düşünme! Aldatılmış olsan bile bunun bir önemi yok! Dışarı çıkmam gerek. Biraz nefes almalıyım. Yok, bir yere gitmemeliyim. Odadaki hava yetmiyor mu? Fazladan hava neyine yarayacak, aptal herif! Otur! İşte, görüyor musun, dostum?Kendime bir sokak köpeği gibi muamele etmeye başladım. Gel gör ki, bir türlü evcilleşemiyorum. Kanımda kurt kanı varmış gibi hep dişlerimi gösteriyor, kendi zihnimde yaratmaya çalıştığım düzene başkaldırıyorum. Değiştiğini sandığım şeyler hep eski hâliyle çıkıveriyor önüme. Nasıl da aldanmışım. Bir ara onu yeniden sevdiğimi bile düşünmüştüm. O zaman sana yüz çevirmiştim. Belki de hatırlarsın. Ama bu öyle güzel bir his değil. O zaman da değildi. Kendimle çeliştiğimin farkındayım. Bir zamanlar güzel sandığım şeyler aslında nasıl da gömülmüş geçilmesi gereken katmanlı toprakların altına. Hayatın balta girmemiş ormanından kendime bir ağaç istemeyi bırak, tüm ormanlardan vazgeçmeliyim. Yaşamak ne de acınası bir şeymiş. Bunları aldatılmış gibi hissettiğimden dolayı söylediğimi düşünme. Onun da etkisi var tabii, ama bir tek o değil ki. Bir şeyler oluyor, fakat hep göz ardı edip üzülmemem gerektiğini düşünüyorum. Hâlâ anlamış değilim. Acaba bu, saçma bir çabadan öte bir şey değil mi? Bir köşeye çekilip ölümü beklemek istiyorum. Bir ölüm ki, yarılsın göklerim sayesinde, dağılsın rüzgarlarım, tüm benliğim parça parça olsun. Varlığımı anlamadan varlığımı tüketen şeylerle nasıl mücadele edebilirim? Böyle bir yaratılışın hangi yaratıcıya faydası vardır? Varlığımın faydası ne, sevgili dostum? Niye varım ben? Niye ben? Bir başkası daha iyi kullanabilirdi bu bedeni. Niye benim gibi beceriksiz birine sunuldu bu varlık? İşte, yaratıcı! Kullanamadım, beceremedim bana verdiğin vazifeyi! Al artık emanetini! İğreniyorum yaratığından! Ben, evrenin nizam içinde olmadığını kanıtlıyorum. Herkes kusursuzmuş gibi davranamam. Bu küçücük beynin içi bile karmakarışıkken, koskocaman bir evrenin düzen içinde olduğuna nasıl inanabilirim? Hayır, artık soru sormamam gerek. Kabullen ve yaşa! Bu iki kural. Kabullenmek ve yaşamak! Başka çaresi yok! Adını bile bilmediğim bu şeye katlanmam gerek. Sesim nereye kadar ulaşabilir? Kim duyabilir beni, ben bile duymak istemezken kendimi? Ben de onları duyamıyorsam, seslenişim kulaklarına varsa bile nasıl anlayacaklar beni? Yaptığım düpedüz bencilliktir belki de. Yaşamın çaresiz ruhları, diz çökmüş fedailer, kardeşlerim, susun artık! İmkansız olduğunu bildiğiniz hâlde kandırın kendinizi! Burada kalamam. Yeni bir düzene ihtiyacım var. Yaşam sürdürmek değil burada yaptığım, kendimi tüketiyorum sadece. Bir zamanlar aydınlanmak için güzel bir vasıta vasfını taşıyan bu eylem, şimdi kendiliğinden yaranıp istesem de uzaklaşmıyor üzerimden. Erdemli kişi acılarından güç almalıdır. Keşke yine yapabilsem. Kimi kandırıyorsun? Yine yapabilirsin! Ve belki de, kendin farkında olmasan bile yine de yapıyorsun. Düşünmüyor musun? Düşünmek için faaliyete geçmeyi bırak, bu, sende kendiliğinden yaranıyor ve her gün, her saat, her dakika, her saniye seni esir gibi tutuklu saklıyor. Bırak kim kimle isterse olsun, kimin nasıl kendini aşağıladığına aldırma. İntikamı unut! Olanların hiçbiri gerçek değil! Burada kalamam! Yeni bir düzen, yeni bir hava, yeni bir...