Bugün cumartesi. Aslında dünkü gecenin, hatta öteki gecelerin devamı. Uyumak bu kadar zor olabilir mi gerçekten? Bilemiyorum. Yatağımdan kalksam mı, yoksa bedenimin yatağımda ceset rolü oynamasını devam mı ettirsem? Hayır, kalkmalıyım! Uzun zamandır işsizim, kendime yeni bir meşguliyet edinmem gerek. Belki kafamı bu şekilde oyalayabilirim. Bu arada, bugün doğum günüm. Evet, gece yaptığım kutlama da aslında bu yüzdendi. Acaba, bu çevrelerde benimle aynı günde doğmuş olan biri var mıdır? Onunla buluşup sohbet etmek isterim. Belki istemem, nasıl biri olduğuna bağlı. Yaşanılabilecek olası hayatlara kafa yormaya başlamadan önce dişlerimi fırçalasam iyi olur, ertelersem unuturum çünkü.

Banyoya geçtim, musluğu açtım, beklemeye başladım. Aynada yüzüme rastladım, hırpalanmış bir hâlim vardı. Dudağımdaki yara izi hâlâ tazeydi. Macunun yaraya dokunmamasına özen göstermeliydim, aksi hâlde yakabilirdim. Üç dakika kadar dişlerimi fırçaladım. Fırçamı yıkadım, avuçlarımı suyla doldurup yüzüme gezdirdim. Başım ağrıyordu, içkinin tesiri henüz geçmemiş belli ki. Biraz daha aynaya baktım. Parmaklarımla dudaklarımı yanaklarıma doğru kaldırdım, gülümsemeye çalıştım. Sonra aniden bıraktım. Dudaklarım yine düz çizgi hâlini aldı, gülmek bana göre değildi. Çirkin bir ifade yaranıyor çehremde. Gözlerimi kapasam iç dünyamı göremeyeceğim için gözlerimi açtığımda da dış dünyamı görmek istemiyorum. Diğer hayatları şimdi rahatça düşünebilirim. Olası hayatların enlerini. Mesela; en zengin, en fakir, en dürüst, en sahte ve s. Ya da o kızın şimdiki sevgilisi olmayı. Onun yerinde olmayı. Ama ben olarak değil, beni bilmeden, ben yine kendi başına saçma düşüncelerle boğuşurken ben o kızın sevgilisi olsaydım. Yani, o olsaydım. Belki şimdi de öyledir, fakat farkında değilim. Belki o da bendir. Belki o da acı çekiyordur. Belki o yumruğu ben kendime savurdum. Peki o kız kimdi? Onun için biz sadece iki erkektik. Ve biz sadece birer seçenektik. Herhangi birimizi istediği zaman elde edebilirdi. Bunun vicdansızlık olduğunu kendisi anlamalıydı. Ona kimse yardım etmeyecekti. Kimse kimseye yardım etmez, sadece geçici acıma duygumuzdan dolayı birilerini zor durumda görmek istemeyiz. Yardım etmem, yardım edebilmek düşmanını bile dostun sayabilmek demektir. Başka türlüsü yardım değil, içimizdeki acımayı bastırmak olur. Hâlâ neden onu düşünüyorum? Hayır! Düşünmüyorum! Ama bir meseleye örnek verdiğim zamanlar neden onunla ilgili bir şeyler söylemeden duramıyorum? Ya da konuşurken neden hep onun sevgilisini kendime düşman belliyorum? Ben kötü biri miyim? Acaba öldürsem mi onları? Yok hayır! Lanet olası! Çık kafamın içinden! Çık! Hayır, aşık değilim, sevmiyorum onu! Biliyorum, bana inanmıyorsun, ama ben... bilmiyorum, belki de seviyorum, ama fark eder mi? İstediğim ne? Ne istiyorum ben o kızdan? Böyle olmayacak, o lokantaya yeniden gitmeliyim. Ne de olsa, orası herkes için bir yer ve benim oraya utandığım için gitmemem saçma olur.

Evden çıktım. Evden çıkma eylemi beni son günlerde gereksiz bir heyecanın içine sürüklüyordu. Nedendir bilmem, sanki herkesin gözü benim üzerimdeymiş gibi hissediyorum. Hareket etmeden önce devinimlerimin başkaları tarafından gülünecek bir hâle bürünmemesine özen gösteriyorum. Taş köprülerden geçerken aşıkların, Ren nehrine “sanki sıradan bir nehirmiş gibi” davranıp hiç bakmamama alay etmelerinden korkuyorum. Ne de olsa hayat çok güzel ve ben bu durumu mahvediyorum. Aralarında kendimi sanki istenmeyen misafir çocuğuymuşum gibi hissediyorum. Bir müddet sonra bu köprülerin o aşıklar için tasarlanmadığını, aksine, benim gibilerin gelip burada bir iki saat nehre bakmaları için tasarlandığını, kendileri de benim durumuma düştükleri zaman anlarlar. Şimdilik meydanı onlara bırakıp lokantaya doğru adımlayacağım. Le Tarbouche lokantasının sahibi aslında eski bir dostumun babasıdır. Eski çünkü onunla çoktan ilişkimi kesmiş durumdayım. Geçen sefer belki de beni bir eşya gibi dışarı fırlatmasının sebebi oğlunun intikamını almaya çalıştığı içindi. Beni tekrar içeri kabul eder mi acaba? Sonuçta ben de bir müşteriyim ve haylaz ya da ‘sapık’ oluşum onu hiç ilgilendirmez.

Saat biri beş geçiyordu. Görevlilerin öğlen yemeği molasına çıkmalarına hâlâ elli beş dakika vardı. Hel... artık dayanamıyorum, ona adıyla hitap edeceğim. Eğer Helen bu elli beş dakika içinde gelmezse, öğlen molasından sonra buraya tekrar uğrayacağım. Belki de tüm günü burada geçiririm, duruma bağlı.

İçeri girdim. Bay Aleron beni hemen fark etti. Tek kelime etmesine izin vermeden, “Bana bir fincan kahve yollayın lütfen.” dedim. İnatçılığını sürdürmeyi karara aldı. Yanıma yaklaşıp, “Geçen seferki olayı unuttuğumu mu sanıyorsun sen?” diye çıkıştı. “Unutmalısınız,” dedim, “yoksa en önemli müşterilerinizden birini kaybedersiniz.". Böyle insanları yola getirmenin en güzel yolu onları parayla tehdit etmektir. “Bir daha olmasın.” demekle yetindi ve elini kaldırarak garsona, “Bu masaya bir fincan kahve!” diye seslendi. Garson beni gördüğüne pek sevinmemişti. Evet, bu, geçen sefer teşekkür etmediğim garsondu. Adama alaycı bir gülümseme fırlattım. “Hemen,” dedi iç çekerek. Bay Aleron yanımdan uzaklaştı. İçeride benden başka yaşlı bir adam ve iki genç kadın vardı. Deminden beri gözlerini bana dikmişlerdi. Bay Aleron’a karşı kazandığım savaşı görünce hemen kafalarını çevirdiler. Belli ki kazanmamdan hoşnut değillerdi. Niye buradaydım? Ne yapmak istiyorum? Amacım neydi? Sigara yaktım, kül tablasını kendime doğru çektim. Bu güzel şehirde benim gibi birinin olması insanları hayrete getiriyordu. Ne yazık ki ben, onlar gibi çiçeklerden, böceklerden ve taş köprülerden zevk duymayı beceremiyordum. Bu benim kabahatim değildi; böyleydim, varoluşum bu şekildeydi. Seçimlerimle bu hâle gelmiştim tabii ama ben, bir başkası da olabilirdim. Ama sonuçta, ben bendim işte ve buna onların da alışması gerekiyordu. Garson fincanı önüme bıraktı. Önce dejavu yaşadığımı düşündüm. Sonra, bu olayın geçen sefer de gerçekleştiğini hatırladım. Bu sefer teşekkür ettim. Garsonun yüzünde gülümseme belirdi. Bundan bir tek o mutlu olmuştu çünkü bunu bilerek yapmamıştım. Aramızdaki mücadeleyi kaybetmiştim, fakat bir anlık onunla mücadele içinde olduğumu unutmuştum. Mağlubiyetim bu yüzdendi. Bu olaya yakınmam gereksizdi. Mağlubiyetimin pek bir önemi yoktu ne de olsa. Garson, zafer dolu adımlarla yanımdan uzaklaşırken tekrar düşünmeye koyuldum. Ellerime bakıyordum. Parmaklarımın fincanı kavrayışına. Ara sıra da iki genç kadına. Onların yerine ben de olabilirdim. Herhangi birinin. Ama ben bu masanın arkasındayım ve bu porselen fincanı benim ellerim tutuyor. Yudumluyorum. Evet, bu acı ve tatlı tadı ben hissediyorum. Bu yudum benim boğazımdan geçip benim mideme akacak. Onu kendi cinsel organımla ben tekrar dünyaya geri vereceğim. Peki neden para ödüyorum o zaman? Ödemesem ne olacak sanki. Paranın cebimde duruşu ne fark yaratacak ki? Kadınlar bana bakıyorlar. Sarı saçlı, beyaz tenli olan ciddi bir tavır takınmış. Kızıl saçlı, hafif yanık tenli ise manasızca sırıtıyor. Benden hoşlandı mı acaba? Ona bunu sorsam ayıp mı etmiş olurum? Aman canım, bana ne, hoşlandıysa kendisi gelip söyler. Zaten öyle bir şey olduğunu hiç sanmam. Muhtemelen bende bir kusur bulmuş ve kendi bedensel üstünlüğünü tatmin etmek için sırıtmaya başlamıştır. Öyle değilse de çok fark etmez zaten. Ben Helen’i bekliyorum. Başka birisi tatmin etmez beni.

Kahvenin acısı iyice hoş gelmeye başlamıştı. Bunalıyordum. Heyecanımı bastırmak için sigara ardına sigara yakıyordum. Kendimi çok durgun ve bir o kadar da izlenilmesi gereken bir filmin içindeymişim gibi hissediyordum. Son yarım saat. Gelen giden yok. Kendime bir tane hardallı ve mayonezli sosisli söylüyorum. Karnımı unutmamam gerek. Gerçi unutsam ne yazar? Yakın bir arkadaşım bana şöyle bir söz söylemişti: “Saçmalıklarının limiti olmayan dünyada akıllıca kararlar vererek yaşamaya çalışmak da bir saçmalıktır oysa." Bunu, onunla hararetli bir yaşam ve ölüm tartışması yaptığımızda söylemişti. Bu cümle benim kılavuzum oldu, ne yöne baksam mutlaka bir saçmalığa rastlıyorum. Önemli olan kendi saçmalığımızı yaratabilmektir.

Kapı açılıyor, hemen kafamı kaldırıyorum. Ama o değilmiş, ne kötü. Kalan yirmi dakikada sosislimi bitirip lokantadan ayrılıyorum. Tekrar uğrayacağım çünkü hissediyorum, onu bugün göreceğim! Bir dakika, ben kendime verdiğim sözden neden döndüm? Hani gereksiz şeylere artık yer yoktu? Saçma bir herifin tekiyim işte. Gerçi, ‘gereksiz’ dediğim şey de ne öyle? Her şey saçmalık değil miydi? Evet, bu da benim saçmalığım olsun. Cezasına katlanmaya razıyım. Zaten sonuç beklemiyorum, yapacağım tek şey onu görmek olacak, bu kadar! Abartmayalım.

Neredeyse tüm günü bugün doğum günüm olduğunu unutarak geçirecektim. Ne yapmalı? Kendime bir şeyler mi alsam? Tiyatroya mı gitsem? Evet, tiyatroya gideyim. Bugün Gizli Oturum sergilenecekti. Garcin’e saygı duyduğum için hep kötü bir şey yaptığımı düşünmüşümdür. Estelle’ye nefret ederdim, şimdi de öyle. Yine gidip onu seyredersem sinirlerim bozulacak. Kalsın. En iyisi Ren kenarında biramı yudumlamak.

Mağazaya girip iki şişe bira bir paket de sigara aldım. Günümün güzel geçmesi için başka neye ihtiyacım var ki? Hem neden günümün güzel geçmesine ihtiyaç duyayım? Gün gelip geçer ve bunun güzel bir yanı yoktur. Mesela birazdan lokantaya dönüp Helen’ı orada bulsam bu geceye doğru çöküntümün daha da derinleşmesine yol açmayacak mı? Köprüye vardım. Yakın çevrede benden ve ihtiyar bir balıkçıdan başka kimse yoktu. Ne iyi. Birazdan o da giderse günüm asıl o zaman güzelleşecek. Öyle de oldu. Elinde kovasıyla yanımdan geçerek “iyi günler” dedi ve uzaklaştı. Artık sen ve ben varız. Yani, yalnızım.

Biramın kapağını açtım. Dalgalar köpür köpürdü. Yudumladım. İlk yudumu alır almaz biranın sigara yakma çağrısını duydum. Evet, çağrı. Sesleniyordu. Yak diyordu, duyuyordum. Karşı konulmaz teklifti bu. Yaktım. Yeniden dalgalara daldım. Pek de romantik değildi. Ne de olsa bu çırpınışlar da bir sesleniş havası uyandırıyordu. Dalgalar susmak istemezler, onların seslenişleri Tanrıyadır. Çırpınmak ve harekette olmak isterler. Martılar kanatlarıyla havayı süzüyor, bilinmez bir şeyi sesliyorlardı. Bu bilinmezlik, aslında dinginlikti. Çünkü kanatlar rüzgardan nefret ederler. Tabiatta her şey bir başkasının varlığına ya da yokluğuna muhtaçtı. Peki ben neyi sesliyordum? Ne istiyordum? Ne istemeliydim? Aşk mı? Bırak Tanrı aşkına, neyime gerek? İstemiyor muydum? Hadi, doğruyu söyle bana. Ne istiyorum ben? Helen’ı niçin istiyorum? Niçin ona sesleniyorum? Ya da niçin ona seslendiğimi sanıyorum? Öyle ya, kendimi kandıramam. Bu karşı konulmaz isteğin varlığını göz ardı edemem fakat onunla nereye kadar yaşayabilirim? Onu elde edersem geçen yıl aynılığıyla tekrarlanmayacak mı? Tekrarlanacak. Farklı bir şeylerin olacağını ümit edecek kadar aptal değilim. Her şeyin güzel olma ihtimalini geç, bazı şeylerin farklı olacağına da pek inancım kalmadı doğrusu. Beni bu derin uykudan silkip uyandırmak mı istersin, yoksa bana iyilik edip gerçekleri mi söylemek? Efsanelere inanmam ben. Ne yazık. Ben, bilincimde tüm karanlıkların üzerine aniden çökecek, ve hepsini tek bir yansımayla yok edecek olan bir güneş taşımıyorum. Kafamın içinde sonsuz bir gece var ve en garip olan şey de bundan memnun olmam. Diğerleri gibi olmak ne de sıkıcı olurdu. Hep bir umutla yaşayıp tüm zamanını boşa harcamak ya da tek kötü bir şey oldu mu geri kalan her şeyin üzerine bir çizgi çekmek. Saçmalık. Hem de kötü bir saçmalık. Varoluş şeklimden kaçamam. Ama neden herkes kaçmak ister? Niye kimse bu sıradanlık ve gerçeklikle barışmayı bilmez? İnsansın, ve öleceksin. Bu kadar! Okuduğun gazeteler, kitaplar, makaleler. Sevdiğin insanlar, sevmediğin insanlar, sevip sevmemeye karar veremediğin insanlar, şeyler ve nesneler. Hepsi bir gün yok oluşun karanlığına çekilecek. Bilincinle beraber yok olacaksın! Mutlak son bu! Hem de ne son. Senin için ölüm yeni bir kapı değil, olası kapıların sonuncusudur. Maceran o kapıdan çıktığın anda bitecek, ve geriye kalan hiçbir şey olmayacak. Kokun, eşyaların, sevdiklerin, ideallerin, felsefi görüşlerin, bir zamanlar herkesi kendine bağlatan güzel ve akıcı konuşmaların, ellerin, ellerini hissetme becerin, gözlerin, görme becerin, hatta görme becerini düşünebilmen bile yok olacak. Sonunda kendi vasiyetin üzerine ya da bulunduğun toplumun kaideleriyle son yolculuğuna uğurlanacak ve son yolculuğun bile nasıl gerçekleştiğini hissedemeyeceksin. Korkma. Sana gerçekleri söylüyorum, seni kırmak değil niyetim. Beni arkadaşın olarak görmesen de bu söylediklerimi düşün isterim. “Sen düşünüyorsun da ne işe yarıyor.” diyeceksen eğer, cevabımı az çok tahmin edebiliyorsundur muhtemelen. Hiç. Hiçbir şeye. İşe yaramalarını da pek istemem doğrusu. Bu düşünceler beni yalnızlığımla yüzleştiriyor, daha iyi ne olabilir ki? Sana kanıtlayacağım bunu. Evet, hatta şimdi yapacağım. Sana bir söz vereceğim ve Helen’ı bir daha düşünmeyeceğim. O lokantaya da tekrar dönmeyeceğim. Çünkü beni anlamanı istiyorum. Ben Helen’a değil, onda olduğunu varsaydığım farklı bir manaya sesleniyorum. Yani, öyle yapıyordum. Bu kadar kolay söz vermiş olmamı sözümün üstünde durmayacağım anlamına yoğurmayasın. Zaten onda öyle bir şey yoktu. Yaptığım sadece bir şeyler yapma isteğiydi, hepsi bu. Sevgilisiyle ne kadar öpüşürse öpüşsün, umrumda değil. Diğer insanlar gibi onun da soyut olsa bile bir şekilde hayatını devam ettirmeye hakkı var. Buna karışırsam kendime karşı gelmiş olurum. Peki. Eve dönelim artık. Bu birayı da zaten eve götürmek için almıştım, burada içmesem daha iyi olacak. Hadi, kapağını açmadan bir an önce yola koyulalım.