On yıl kadar önce iki arkadaşla Ankara'ya gitmiş, birkaç gün kalmış ve şimdi de geri dönüyorduk. İç Anadolu o mevsimde sapsarı bir deniz gibidir. Sadece bazı küçük dağ geçitleri sizi yeşille, ağaçla karşılaştırır. İşte biz de mola vermek için böyle bir yer arıyorduk ki bir vakit sonra tam da istediğimiz gibi bir yerde çektik arabayı.


Derdimiz ağaç altında biraz dinlenmek, su içmek, az biraz laflamak ve yolumuza devam etmekti. Ancak şose boyunca biraz ilerleyince buranın bir eski köy olduğunu fark ettik. Evet, burası bir eski köydü zira birkaç hâne haricinde kimseler yaşanıyordu burada. Belki mezra denebilirdi artık ama o kadar bile yoktu galiba. Biraz yürüyünce koca koca ağaçların gölgesi altında kalmış okulu gördük. Belki de öğretmenlik mesleğinin getirdiği seçici bakıştı bize okulu bu kadar rahat bulduran. Yoksa okul, yakınına varmadan fark edilecek bir yapı değildi... Köy okullarına fidanı genelde öğretmenler getirir ve fidanı okulun ilk haftasında öğrencilerle birlikte dikerler. Sonra öğrenciler diktikleri ağacı sahiplenir, sular, ağacın bakımını yapar... O an üçümüzün de içinden "Belki de yetmiş yaşında olan bu devasa ağaçları diken çocuklar hâlâ yaşıyorlar mı?" diye bir düşünce geçiyor, eminim. İnip okul binasına bakıyorum. Kara kara taşlardan yetmiş santim kalınlığında duvarları olan bir yapı bu. Pencere pervazları, kapılar ve çatı yok. Ya zamana yenildiler ya da birileri bedava kereste diyerek alıp götürdü bunları. Zamanında devlet, okul binası yapmayı köylülere zorunlu tutarmış. Bir nevi angarya ama olacaksa da böylesi olsun angaryanın.


Binadan içeri giriyorum. Ne arıyorum içeride? Ne göreceğimi umuyorum? Sınıflarda masa ya da sıra yok. Mimari ise çoğu köy okulunda karşılaştığım ile aynı. Ana kapının hemen karşında müdür odası. Ama müdür odası dediğime bakmayın. Resmi evrakların konulduğu, altı metre karelik bir yerdir burası. Sağda ve solda birer sınıf var. 1.2.3. sınıflar solda, 4.5. sınıflar sağdaki sınıfta olur genelde. Sonra binanın solunda, okula bitişik, atmış metre karelik bir de lojman vardır. Burası da işte tıpkı böyle. Çok önemli bir farkla: içinde öğrenci ve öğretmen yok artık... Terk edilmiş bir okuldan daha hüzün verici şey var mıdır şu dünyada?


Çocuk sesleri, nöbetçi öğrencinin el çanı ile başlayan ve biten teneffüsler, kışın yanan sobanın çıtırtıları, kara tahta üzerinde ilerleyen tebeşirin iç gıcıklayan cızırtıları, haşlanmış yumurta ve taze soğan kokuları, yere silkelenen silgi kırıntıları, illaki köşeleri kırışan defterler... Hani neredeler?


Sağda solda sadece taşlar, kara taşlar var. İşte tüm bunlara şahitlik eden taşlar... Arkadaşlardan habersizce yaklaşıp duvardan bir küçücük taş parçasını cebime atıyorum. Siyah önlüklere ve beyaz yakalara, sadece birbirine bakabilmekten ibaret ilk aşklara, ders arasında yenen kavrulmuş buğday tanelerine, kavgalara ve dostluklara, tabiat bilgisine, tebeşir tozuna, kravatlı adamlardan yaşanan korkuya, seslice içeri çekilen buruna, kış soğuğuna ve yaz sıcağına, gazeteyle kaplanmış kitap kokusuna ve karne heyecanına şahitlik eden bu taş parçası benimle birlikte gelecek. Gelecek ve bir sürü ıvır zıvırı koyduğum kutunun içine yerleşecek. Ne zaman bu kutuyu elime alsam diğer her şeyle birlikte ona da bakacağım. Bir yara izi gibi beni o okula gittiğim günün hâtırasına götürecek. Sonra koklayacağım o taşı ve bir deniz kabuğu gibi kulağıma götüreceğim... Güzel kokular ve güzel sesler için...



8 Temmuz 2022

Gültepe