Ağlamayı icat ettiğimiz dönemlerdi. Sabah ekmek almaya kim inecek markete diye uzun uzun bakışırdık. Sonbahar bizim için yaprak dökmeye başlamıştı o yıl. Pencereden yağmuru izlemeye bayılırdın benimle, hatırlıyor musun? Nasıl olur da saatlerce hareketsiz bir cam önünde seyre dalardın aklım almazdı. Belki de bir hayal ürünü olduğunu düşündüğümden, sana mükemmel özellikler atfetmiştim. İşte sonunu getiren de buydu Meftun. Gözlerinde avuç dolusu ölümler taşırdın. Ve ben, ölümü o yıl bize taşıyacağından habersiz çay demliyordum.

Güneşin parkeleri yalamasına karşı koyamadığımız bir sabahtı. Her ölüme yatkın ruh gibi hafif bir uykudan uyanmıştın. Söylenerek mutfağa adımladığında, çıplak ayaklarının şapırtısını duyuyordum. Kapı çaldı. Bakıştık. Tezgaha dönüp kapıyı senin açman gerektiğine kendimce karar verdiğimde oflayarak kapıya doğru uzandı gövden. Önce bir gıcırtı, sonra boğuk bir ses duyuldu. Küçük bir ev tüm sesleri misafir ederdi ne de olsa. Kapı kapandı. Sen mutfağa gelmedin. İçime bir sıkıntı oturdu. Ocakta kaynar su, içimde fokurduyordu sanki. Telaşlı bir ruhla fakat sakin adımlarla koridora çıktım. Güneş ufalanarak yok oldu, karanlık çöktü. Karanlık ağzımdan girdi önce, ayaklarıma kadar köklendi. Bir middlemist çiçeği kadar nadir bir varoluş gerçekleşti. Önce topuklarıma uzanan bir ıslaklık hissettim. Bana hala canlı hissettiren bir ıslaklık. Gözlerimin perdesi kalkmamıştı ama burnum yeterince keskindi. Kan. Kan kokuyordu. Neşeliydi kan. Özgür olmanın iştahıyla az önce güneşin didiklediği parkelerde cirit atıyordu. İçime doğru yayılan kan. Sen parçalanmış kafatasınla uzanırken yerde, kan kahkahalarla acıya dönüşüyordu. Karanlık yerini aydınlığa bırakmadı. Ayaklarımdan kan lekesi temizlenmedi hiç. Sen tüm mükemmelliğinle yerde yatıp ölümü güzelleştirirken ben çayın altını kapatsam mı diye düşünüyordum. Ya taşarsa çay, ya su biter de demlik yanarsa? O zaman evimiz yanar Meftun. Sen içindeyken evimiz yanarsa Meftun, ne yaparım ben sen yarasan? Yanarsan... Yanarsan. Ya yanarsan? Yanarsan sesini unuturum Meftun. Sen ölümü ölümsüzleştirirken ben yanmamanın çarelerini aradım. Senin bu mükemmelliğin benim sonum olacak demiştim, senin bu göz süzüşün. Benim gözlerime karanlık ket vurdu.

Yanına çöktüm hatırlıyor musun? Boynuna sardım ellerimi. Ayaklarım hala kanlı. O gün hiç konuşmadık hatırlıyor musun? Sen ölümü silkeledin üzerime, bir daha hiç konuşmadık.

Ağlamayı icat ettiğimiz gecelerde, televizyona sarılırdık. Sen yeşil çay içerdin geceleri, ben çerez yerdim. Senin ayakların hep üşürdü, benim ellerim sıcacık. Sen gülümserdin bana bir sis bulutunun içinden, ben sıkıca tutardım gülüşünü. Seni öpmek istedim Meftun, dudaklarından değil. Seni belki de bir kitaba yazmak istedim. Altını çizdiğim tüm cümleleri, sana okuturum diye çizdim.

Çay fokurdadı o gün, kan parkelere kamp kurdu. Sen sessizliğin koynunda sere serpe serdin saçlarını. Ben ölümsüzlükle ölüme doğru koşturdum. Bacaklarımı gere gere taşıdım seni. Sen hiç konuşmadın. Çatısı uçmuş bir evin ortasında yokluğunla oturdum.