Zafir’le beraber para biriktiriyorduk, hayatımız boyunca bulaşık yıkayıp çıraklık yapamazdık. Elise de artık kuaförde çalışıyordu. Düzenimiz oturmuş gibiydi ama hayat bizi binlerce kilometre öteye sürükleyecekti. Aylardan bir pazar günüydü. Dedem, ben ve Elise belediye parkının kamelyasında oturuyorduk. Zafir’in pazar tatili olmadığı için çalışmak zorunda kalıyordu. Zafir ile buradan göç etmeyi içten içe istiyorduk ve bu konuyu onsuz anlatmak zorunda kalacaktım.

— Dede, yıllardır bu şehirdeyiz, bir ömür böyle geçmez. Biz üçümüz karnımızı doyurmak için durmadan çalışıyoruz.

Agah Dede soğuk kanlı bir şekilde cevap verdi:

— Kızım, daha bu şehre alışamadık ve ben güçten düşmüş durumdayım, nereye gideceğiz? Kim kabul eder bizi?

— Avrupa dede Avrupa… İnsanlar orada sıkıntı çekmiyorlar, huzur içindeler. Hem hayatımızın sonuna kadar rahatça yaşayabilir ve emeklerimizin karşılığını alabiliriz. Elise de içten içe beni destekliyordu ve sadece dinlemekle yetiniyordu. Agah Dede ise haklı isyanımıza karşı çıkmamıştı. O da ne kadar yorulduğumuzu görüyordu. Sözlerime devam ettim:

— Dede, Zafir’le ben buradan gidebilmek için yaklaşık üç senedir para biriktiriyoruz. Oraya ulaşabiliriz, yeteri kadar paramız var. Ulaştıktan sonra bir çaresini buluruz elbet.

Dedem hiçbir şey söylemedi, o da bizim iyiliğimizi istiyordu, en azından yanımızda olmak istiyordu.


Eşyalarımızı topladık, Muğla’ya gitmek üzere dört tane otobüs bileti aldık. Orada bizi karşılayacak olan iki adam vardı. Parayı orada verecek ve uygun zamana dek onlarla kalacaktık. Gördüğümüz iki adamdan birinin adı Yavuz diğerinin adı ise Misak’tı. Yavuz, 40 yaşlarında, iri, şişman bir adamdı; saçlarının orta kısmı ise yoktu, bağrı açılmış kirli bir gömlek vardı üzerinde, tahminime göre asıl mesleği kamyon şoförlüğüydü. Misak ise 25 yaşlarında ince, uzun biriydi, saçları ise kıvırcıktı, rahat kıyafetler giyinmişti, şiveli bir ağzı vardı. Bizi alıp Ege kıyılarındaki yerleşime uzak bir köy evine götürdüler. Birkaç saat o evde bekledik. Sonra odaya geldiler ve aksanı bozuk bir Arapçayla “Kalkın! Bizi takip edin.” dediler. Buradayken Türkçe öğrendiğimizi bilmiyorlardı, bu durum işimize yarayabilirdi. Ayağa kalktık peşlerinden gittik, evden itibaren yüz adım kadar ilerledik, yere sabitlenmiş ağır bir depo kapağının önünde durduk. Kapağın önündeki asma kilidi açtılar. Aşağısı oldukça gürültülü ve karanlıktı. Bize “İnin!” dediler. Kolumdan tutup merdivenlere doğru ittirdiler. Gürültüyü anlamaya çalışıyordum, merdivenlerden indikçe durumu anlamaya başladım, bu depoda günlerce belki haftalarca bekleyen insanlar vardı. Yavaş yavaş gözlerim karanlığa alışmaya başladı, bazılarının elindeki fenerler bana yardımcı olmuştu. Bu depoda yüzlerce insan vardı, nereden baksan iki yüz elli insan... Yüzlerce çocuk, bebek ve anneler… Her aile bulunduğu köşeyi kireç taşıyla çizmişti, herkesin bir sınırı vardı, sadece çocukların yoktu çünkü onlar, o taşı birbirleriyle oyun oynamak için kullanıyorlardı. Sınır çizmek için değil, sınırı kaldırmak için çabalıyorlardı. Biz ise bir köşeye geçtik, meyve kasalarının üzerinde oturduk, Elise, dedesinin elini sımsıkı tutuyordu. Zafir koruma içgüdüsüyle sertçe etrafı izliyordu. Şaşırmıştık, ne yapacağımızı bilmiyorduk.


Günler geçiyordu ama biz farkında değildik, hücre el fenerleriyle aydınlatılıyordu. Zaman kavramı bu mekanda etkisini yitirmişti. Koca karanlık bize ve iki yüz elli insana mezar olabilirdi. Hepimiz yorgunduk, tüm insanlar yorgundu. Savaşın soğuk acımasızlığında vücut bulmuş bu insanların bir fikri yoktu. Tek istedikleri yaşamak, işe gitmek, çocuk sahibi olmak, akşam televizyon izlemek gibi sıradan şeylerdi. Karanlığa çökmüş oturuyorduk, Elise birden ağlamaklı bir şekilde: “Bulutların arasında süzülenler, aşağıdakilerin halini görmezler elbet, değil mi?” dedi ve bana sarıldı. Ben de iki elimi yüzüne kavuşturup:

— Sana anlattığım gri çocuk hikayesini hatırlıyor musun?

— Evet?

— Şimdi alacakaranlığa öyle sarıl ki karanlık seni yutmasın.