Kampta yaklaşık 9 ay kaldık. Ben ve Zafir kamp hayatından sıkılmıştık, Elise’yle dedem kampta yaşamaya devam etmeliyiz fikrini düşünüyordu. Zafir, “Ben çalışırım, ne iş olursa yaparım, hem nereye kadar bize bakacaklar.” diye söylendi dedeme. Agah Dede ise, “Oğul bu toprakları bilemezsin, idrak edemezsin, binlerce yıllık kültürün altında ezilirsin, sonbaharda düşen bir yaprak gibi fırtınada savrulursun.” dedi. Sonuç olarak 3 ay daha sabredebildik. Sonrasında göç ettik. Gaziantep’e…


Şehirde iş olanakları vardı. Haftada bir tavuk eti yiyebiliyorduk, geri kalan günlerde ise çorba, bulgur, bazen de kapımızı çalan artan yemeklerini bizimle paylaşan komşulara sahiptik. Gaziantep'te başımıza gelen en güzel şey belki de ev sahibimizdi. Kira parasını hiç dert etmiyordu çünkü ev ahırdan farksızdı, kışın tavanı akar, duvarların her yerinde rutubet olurdu. Rutubetli duvarların köşelerinde dört gözlü, sekiz ayaklı canlılar yuva yapmıştı. Duvar çatlaklarını adeta bir labirent gibi kullanan canlılar evin yağmurdan çamur, çamurdan bataklık olmuş bahçesinde koştururlardı ama her şeye rağmen ev sahibine teşekkür ediyordum, çünkü yıllarca kullanmaktan incelmiş ve yarı pas tutmuş sobayı bize bırakmıştı. Sobadan çıkan dumanlar duvarda hiçbir sanatçının oluşturamayacağı tabloları meydana getirmişti. O sanatsal tablolara saatlerce gözlerimi diktiğim oluyordu. "Öyle ki dumanların arasından çıkmış, gri bir çocuk, teni gri, gözleri gri, hatta kalbi bile griydi. Bu çocuk aydınlığın içinden var olmuş ve karanlığın kopkoyu furyasına girmişti, kötü olan ise bu çocuk gri olduğundan dolayı karanlıkta bile belli oluyordu. Elise, eğer ışığa ulaşmak istiyorsan karanlıkta yol almalısın, bu karanlık öyle bir karanlık olmalıydı ki, karanlık içinde alacakaranlık, siyah içinde gri ve gri olduğun bu yolda alacakaranlığa öyle sarıl ki gerçek karanlık seni yutmasın, varlığın var, zihnin idrak edebilen olsun." Elise beni can kulağıyla dinlerken dizlerimde uyuyakalmıştı. Uzun bir süre rutubetli duvarlar arasında hayatımızı geçirdik. Zafir manavda, fırında günlüğü 50 Türk lirasından çalışıyordu. Ben de mahalle lokantasında bulaşık yıkıyordum, bazense yerleri ve masaları siliyordum, gelirimizle geçinmeye çalışıyorduk.


Gaziantep'te yaklaşık 6 yıl kaldık. 24 tane mevsim ve her mevsimin kendine has zorluğu, her mevsim ölen insanlar, dedemin söylediği gibi, savaş hiçbirinizi kayırmaz, haklıydı; gökten bırakılan kütleler, canlı, cansız, insan, hayvan seçmiyordu, her şeyi yıkıp yerle bir ediyordu. Bu yüzden baharda çiçek tohumları filizlenemiyordu. Yazın güneş dünyayı ısıtmak istemiyordu, aksine dünyaya bunu yapanları milyon derece ile yakmak istiyordu. Sonbaharda ağacın yaprağını düşürmek için kasırgalar oluşmuyordu, içimizdeki ateşi daha çok harlamak için rüzgarlar esiyordu. Yağmurdan sonra oluşan su birikintisine sertçe basıp bunu eğlence haline getirecek ve kışın kar topu savaşları yapacak çocuklar yoktu artık. O çocuklar gerçek bir savaşın içinde doğmuştu zaten, yürekleri sağlamdı ve bir o kadar da sertti, artık bir yetişkin kadar hayatı tanıyorlardı. İnsan vücudunda üç yüzden fazla basınç noktası var, yani havanın insan vücuduna uyguladığı toplam kuvvet on beş tonla eşdeğerdir. O çocuklar, tüm yükü omuzlarında hissediyorlardı. Hayat onları acımasız bir tuzağa düşürmüştü. Hangi çocuk hayatta kalabilmek için atacağı adımlardan korkar ki? Bu yarı kurak toprakların yetişkin çocukları korkuyordu; annesini kaybetmekten korkuyorlardı, gökyüzündeki uçak sesinden, karanlıktan, aşırı olan her şeyden korkuyorlardı.