Yıllar yılı geçinip gidiyorduk. Bir bahar akşamıydı; televizyonda bazı Arap ülkelerinin rejime karşı protesto başlattığını, var olan hükümeti değiştirmek için isyanlar yaptığını gördüm. Dedeme, “Ne yapacağız?” diye sordum. Dedem, “Makamın arkasına sığınan insanlara güven olmaz kızım, köylülerle konuşup tedbirimizi alacağız.” diye yanıtladı. Ben dedeme güveniyordum, o ne yapacağını her zaman bilirdi. Söylediği üzere köylülerle konuşup tedbirimizi aldık. Konserve kutular hazırladık; meyvelerimizi, sebzelerimizi topladık. Köyün genç oğlanlarına silah sağlandı, Orta Doğu gibi bir yerde bir deste silah bulmak, bir tas pirinç bulmaktan daha kolaydı. Protestolar bir süre sonra iç savaşa döndü ve birkaç yıl sonra siyah giyinenler köyleri basıp insanları yurtlarından ediyordu. Bizim köy sakinleri ise iç savaşın onları etkilemeyeceğini düşünüp tedbirleri elden bırakmışlardı. Dedemin “Yangına bir kıvılcım bile yeterli, savaş hiçbirinizi kayırmaz, ölüm yüklü toz bulutları er ya da geç üzerimize gelecektir.” sözlerine kulak asmayan köy halkı bedelini büyük bir şekilde ödeyecekti, ödeyecektik. Televizyon ekranlarına yansıtılmış, sinek kaydı tıraşla birlikte ellerinde haber anlatmak için verilmiş, televizyon logosunun baskısına sahip en az kaşları kadar sert bir kağıttan yapılma metinleri tek tek okuyan spiker, “Siyahlılar köyleri teker teker kuşatıyor, yağmalıyor, insanları katlediyor.” diye sert bir ifade ile haberleri aktarıyordu. Gün saatlerini tüketmişti, ben ve kardeşlerim gecenin katmeral karanlığında uykuya dalmıştık. Ansızın bir dürtü ile uyandırıldım, uyandıran dedemdi.

— Aden! Uyan, gidiyoruz.

— Bu saatte nereye dede?

— Siyahlılar aramızda 80 kilometre olan bir köyü yağmalıyor, bize gelmeleri an meselesi. Çocukları hazırla, çıkıyoruz. Hemen Elise ile Zafir’i uyandırdım. Giyindirip valizi hazırladım.


Agah Dede:

— Çocuklar hazır mı?

— Hazırlar. İyi de gidecek bir yerimiz yok, üç çocukla bizi kim alır?

— Türkiye sınırına gidiyoruz, orada bizi kabul ediyorlarmış. Köy muhtarının kamyonetiyle gideceğiz, bizim gibi otuz insan sıkışacak, çocuklarla beraber elliyi bulur. Sınıra beş kilometre mesafede arkadakileri alabilmek için köye geri dönecek. Daha fazla oyalanmadan gidelim.


Kamyonetin dorse kısmındaydık, anneler telaş halindeydi, kucaklarındaki ufacık gözler hiçbir şeye anlam veremiyordu. Elise kollarımda uykuya dalmıştı. Zafir başını dedesinin omzuna atıp gözlerini dinlendiriyordu. Yaklaşık yetmiş insan vardı; yetmiş kalp, yetmiş farklı can... Hepimizin ortak bulunduğu nokta ise nereye gittiğimizden habersiz, ne yapacağımızdı. Sınıra 5 km kalmıştı, gece hala sisliydi, bu sislerin içerisinden bir umut arıyorduk ve bu umut bize yeni bir hayat verecekti. Eğer hayatında kaç kere umut ettin diye sorarlarsa, vereceğim cevap çok netti: Ne zaman ölümle yüzleşeceğim bir an gelirse işte orada umut ediyordum, hayatta kalmak için en az bir çocuk kadar dua ediyordum. Ben ve dedem sınırda sabaha kadar uyumadık, gergin bir şekilde bekliyorduk. Her yerde Türk askerleri vardı. Daha sonra kapı açıldı, müthiş bir izdiham ile aileler birer birer hayata sarılmak için çabalıyordu. Türk yetkililer sağlık kontrolünün ardından kimliklerimizi kopyaladılar, sonra da bizi çadıra yerleştirdiler. Hava oldukça soğuktu, çadır da öyle, dedem çadırdaki sobayı yakmak için birkaç odun aramaya gitmişti ve gün yavaş yavaş doğarken, bizim göz kapaklarımız yavaş yavaş kapanıyordu. Umuda yolculuğumuz göz kirpiklerimizin birbirine değmesiyle başlamış olacaktı.