Dedem bitkin haliyle bize dönüp “Sezgi gerçek olana götürür, kendine inan, inanç seni güçlü kılar.” dedi. Elise’nin gözleri yaşla doluydu, dedeme bakıp “Tek gerçek acılar, başka gerçek yok!” dedi. Dedem ise cevap olarak bu sözü söyledi: “Işığın ne olduğunu ancak karanlık gösterebilir Elise. Alacakaranlığa sarıl ki umudunu kaybetme yoksa karanlık seni yutar.”
Elimizde fenerle günlerce, belki haftalarca karanlıkta bekledik. Öğle saatlerinde Miraç bize su ve arasına salatalık, domates, peynir doğranmış ekmek parçaları getiriyordu. Bazen de sıcak çorba dağıtıyordu. Miraç olmadığı zamanlardaysa günlerce aç kalabiliyorduk. Vakit gelmişti, Miraç, düşük kalitedeki can yeleklerini birer birer dağıtmaya başladı. Yeleklerinin hepsi aynı boyutta olduğundan dolayı çocukların ve bebeklerin tek can yeleği anneleriydi. Herkes yeleğini aldıktan sonra Miraç yüksek sesle ve aksanı bozuk Arapçasıyla, “Sırayla merdivenden çıkın, yukarıda Yavuz ağabey var, kamyona binin!” dedi. Kocaman kamyonu doldurmuştuk. Kamyonu Yavuz kullanıyordu. Arkasındaki insanlar onun umurunda bile değildi. Teknenin bizi alacağı koya vardık. Önde motorlu bir şişme bot arkasında ise halatla birbirine bağlanmış iki tane motorsuz şişme bot görüyordum. Umut yolculuğu bizler için oldukça zorlu olacaktı, yolculuğun başında riskleri göz önüne almıştık.
Yavuz ile Miraç’ın sohbetine kulak misafiri olmuştum. Miraç pişmanlık hissiyle birden Yavuz’a:
— Ağabey, yazık şu çocuklara, baksana annelerinin peşinden nasıl sürükleniyorlar. Sonra da ölüm haberlerini alıyoruz.
— Ne yapalım Miraç? Bazılarının doğabilmesi için fedakarlıklar yapılması gerek. Ruhlarımız ise bu diyarı arındırmak için küçük bir bedel.
— Biz olmasak onlar ölmeyebilir ama...
Derken Yavuz sert bir şekilde Miraç’ın sözünü kesti ve sesini yükselterek:
— Ne sanıyorsun! Biz olmasak gül gibi geçinip gideceklerini mi? Sana anlatayım Miraç, biz olmasak bu işi başkaları yapar, onlar olmasa gördüğün insanlar Avrupa’ya yüzerek gitmeye çalışır. Biz sadece şanslarını artırıyoruz, zaten kaderlerinde ne varsa onu yaşayacaklar. Neyse geç olmadan insanları botlara bindirip gönderelim.
Botlara bindik, gecenin karanlığında usulca ilerliyorduk. Elise savaşın ortasında şafak vaktinde açmış bir çiçek gibi parıldıyordu. Dedesine doğru dönerek “Gökyüzü dediğin sönmüş yıldızlardan ibaret.” dedi. Agah Dede de cevap olarak “Sen hiç aynı ufukta yüzlerce yıldızın parıldadığını gördün mü?” dedi. Muğla artık gözle görünür bir yer değildi. İlerledikçe sessizliğin yerini gök gürültüleri almaya başladı. Birden çocuklar çığlık atıyor, bebekler ise hıçkırıklı ağlıyordu. Deniz kaynıyor, dalgalar arasında sürükleniyorduk. Elise bana sarılmıştı. Zafir, dedesinin kolunu tutuyordu. O an ölüm ile aramızda ince bir perde vardı ve gördüğüm son görüntü Akdeniz’in mavi sularında sürüklenen Elise’nin kızıl saçlarıydı ve duyduğum son şey büyük bir gürültüydü.