Gün, geceye karışmak üzereyken caddenin yerlileri ara sokaklardan çıkıp teker teker İstiklal’e dökülmeye başlamışlardı. Esmer tenli zayıf dilenciler, insanların alıştıklarından daha farklı şekilde dua ediyor, üç beş lira verenleri cennete binbir defa sokup çıkartıyorlardı. Üstleri kirlenmiş çiçekçi kızlar anneleriyle birlikte Galata Kulesi'nin etrafında fink atıyor, dudak dudağa gelinmiş en romantik anda beşe aldığını yirmiye koparıyordu. Galata’yı ardınıza bırakıp yokuşu çıktığınızda ise karşınıza çıkan ilk manzara, kalın seslerini mümkün olduğunca az duyurmaya çalışan, renkli kıyafeti, kat kat boyalı yüzü ve pek yakışmayan topuklu ayakkabılarla ayakta güç bela duran eşcinsellerdi.



Günün yorgunluğunu bir an olsun atmak için can atan Ramazan ve arkadaşları, normal bir insana garip gelecek bu manzarayı alışkanlıktan ötürü hiç yargılamıyorlardı. Sahipsiz çocuklar gece mesaisindekilere alıştığı gibi onlar da bu gariban çocuklara alışmıştı.


Ramazan ve arkadaşları her şeyden habersiz çoğunlukla ışığı olmayan, camları kırık binaya girdiklerinde, merdivenleri her zamanki gibi sessizce çıkmışlardı. Ceza niyetine kullanılan kırık camlı odadan ağlama seslerinin geldiğini duyunca yine birilerinin Rahmi’den dayak yediğini anlamışlardı. Odaya doğru yöneldiler. Çocuklar küçücük elleriyle kızarmış yanaklarını tutuyor, gözlerinden akan yaşı yine elleriyle siliyorlardı. Kendilerinden dört yaş küçük olan çocukların acıdan kıvrandıklarını görür görmez yanlarına geçip çömeldiler. Ramazan ellerini Rıdvan’ın omuzlarına dayadı. 


“Rıdvan, neden ağlıyorsun, ne oldu?”


Başını yavaşça kaldıran Rıdvan, önce yanında ağlayanları sonra da yanaklarını işaret etti. Arkasına dönüp kazağını sıyırdı. Sırtının tamamını kaplamış olan kemer izlerini gösterdi. Acı içindeydi. 


“Eksik... Eksik verdiniz diyor bize.” Hıçkırıklar içindeydi. Konuşamıyordu. Yutkundu. Nefes almaya çalıştı. “Anlattım. Kazandığımız bu kadar dedim. Dinlemedi. Tokat attı. Sırtımıza vurdu Ramazan abi. Çok sızlıyor valla! Sonra da buraya gönderdi. Üşüyoruz.”


Ramazan üstündeki poları çıkartıp Rıdvan’a hızlı hızlı giydirdi. Hasan ve Orhan’ın üzerinden kazaktan başka bir şey olmadığından Ramazan’ı izlemekle kaldılar. Hasan diğer çocuğun yanına yaklaşmış, küçüğün ellerini kendi elleri arasına alarak alışmış bir tavırla üflemeye başlamıştı. Orhan da giriş katındaki merdiven altından karton, gazete ve yakılacak ne varsa toplayıp gelmişti. Bir an olsun çocukların ısınabilmeleri için ateşi yaktı. Ateşin etrafında toplanan çocukların başlarını abi şefkatiyle okşamış, öpmüşlerdi. 


Ramazan önde olmak üzere üst kattaki sıcak odada bekleyen Rahmi’nin yanına merdivenlerden birazdan olacakları tahmin etmeye çalışarak çıkmışlardı. Yüreğinin derinliklerinde öfke ile birlikte yer edinmiş korku vardı. Biliyorlardı; artık ayakta duracak gücü kalmayan bu şeytan suratlı adamın her geçen gün gücü tükeniyor, tıkanıyordu. İki tokatta nefes nefese kalıp öksürükler içinde kıvrandığına çoğu kez şahit olmuşlardı. İşte bu yüzden dayaktan öte başka şekilde acı çektirmesinden korkuyorlardı.


Baba Rahmi’nin sıcak odasına çıktıklarında onu; kirli, yer yer yırtılmış kanepenin üstünde, öfkeyle otururken gördüler. Çirkin suratı daha da çirkinleşmiş, onu olduğundan daha merhametsiz bir duruma sokmuştu. Elindeki çayı masaya bırakıp Ramazan’a yaklaştığında burnundan hırıltılar çıkartarak soluyordu. Hasan ve Orhan korkudan bir adım daha gerilemiş, birbirlerine daha sıkı sokulmuşlardı. Ramazan ellerini ceplerine sokup tüm parayı iki elleriyle masanın üzerine bıraktı. Arkadaşları da hızlı bir şekilde paraları bırakıp yerlerine geçtiler. Rahmi göz ucuyla paralara baktı. Eksik olduğunu düşündü. Çolak’ın anlattıklarından sonra fazla getirmiş olsalar dahi gözleri yine eksik görecekti. 


“Niye bu kadar geç kaldınız lan? He... Nerelerdeydiniz?” dedi, biraz daha yaklaşmıştı. Ramazan tüm soğuk kanlılığını koruyarak anlatmaya başladı. 


“Rahmi abi,” dedi, lakabını ona yakıştırmadığından abi demeyi tercih ederdi. “Abi bugün işler kesattı. Zabıta yüzünden zor bitirdik malları. Turistleri rahatsız ediyoruz diye ensemizdeydi sürekli. Zaten sen...”


Ramazan sözlerini bitirmek üzereyken yüzünde sert bir tokat hissetti. Yediği tokatın nedenini soracaktı ki bir tane daha tokat yiyerek iki adım geriye sendelemiş, dengesini kaybedip düşmüştü. Orhan da artık üşüdüğünden değil korktuğundan titriyordu. 


“Ulan pezevenkler!” dedi Rahmi. Orhan’la Hasan’ın yanına gelmişti. İkiside birbirlerinin kollarını sıkıyordu. “Ne diye bana yalan söylüyorsunuz? Yaptıklarınızı yutar mıyım lan ben!” Orhan dayak yerken aynı zamanda ağlayarak bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. 


“Yemin ederim abi... Abi ne varsa getirdik.” Dişleri birbirine vuruyordu. “Bahşişleri de koyduk. Allah, kitap çarpsın!” 


Cümlesini bitirir bitirmez o da Ramazan gibi tokatlar yemeye başlamıştı. Acıdan kıvranıyor, yerlerde sürünüyordu. Kıyafetleri çekiştirilmekten yırtılmıştı. Yediği tekmelerden dolayı karınlarını tutuyorlardı. 


“Allah’ınıza da kitabınıza da...” diye söylenip duran Rahmi’ye yerden kalkmak üzere olan Ramazan öyle bakıyordu ki, kızgın sobanın yanındaki sert odunu başına, saatlerce çirkin suratına geçiresi geliyordu. Şu an ne ağzının kanadığını ne de insan olduğunu, daha doğrusu bir çocuk olduğunu hissedebiliyordu. Kardeşten öte gördüğü arkadaşlarının haksız yere dayak yemesine dayanamadan ani bir hareketle ayağa fırladı. Kendisini arkadaşları için siper etti. Rahmi de tam bu sırada yorgunluktan nefes nefese kalmıştı.


“Alt kattaki odaya siktirin gidin şimdi! Bir daha... Eğer bir daha benden habersiz iş yaparsanız...  Görürüm sizi!”


Yatağına sinmiş olan Çolak, tedirgin bir şekilde gözlerini odanın etrafında gezdirdi. Ramazan arkadaşlarının kollarına girmiş, öfkeli gözleri, yumru elleriyle kendisine ve arkadaşlarına söyleneni yapmaya alt kata iniyordu. Gözlerini gizlice Rahmi’ye çevirdiğinde kırışmış, sinirli yüzünükirli kanepesine oturmuş paraları saymakla meşgul olurken gördü. Gözlerini yine fark ettirmeden kapayıp az önceki uykusuna kaldığı yerden devam etmeye çalıştı. 


Rahmi ise paraları sayıp dolabına koyduktan sonra en ufak pişmanlık belirtisi hissettirmeden yatağına uzanıvermişti. Alt katta kim, nasıldır umrunda değildi. Acıkmış mı, üşümüş mü diye hiç düşünmemişti bile. İçinde kendinden aciz çocukları ezmekten başka bir duyguyu barındıramıyordu. 


Baba Rahmi, bir kere olsun bu evsiz, sahipsiz çocuklara isminin hakkını verememişti. Ne babalığını ne de merhametini gösterebilmişti. Öyle olsa kendi çocuklarıymış gibi rahmet etmesi, acıması, her zaman şefkatle konuşması, insanca davranması gerekirdi. Ama o, zavallı olan çocuklara zulüm ederek belki de kendisi gibi zalim olacak bir nesli acı çektirerek, ezerek yetiştiriyordu.


Devam edecek...