Karanlıklar arasında ufak bir ışık huzmesi gördüm. Gürgenlerin sık dalları arasından patikalardaki engebeli yollara düşen solgun ışığı düşleyin. Işığın ölmeye mahkum oluşunu hüzünle kabul eden keçiler gibi bağrıma bastım onu. 

Işık büyüdü, büyüdü; büyüdükçe yandığımı hissettim. Sylvia’nın dudaklarıydım ve bu zamana değin içimi kemiren tüm o duyguları bağrımdan sökmeye vakit kalmadan ölüyordum. Sylvia’nın tüm acısını dudaklarına devşirmişti O. Ölen Sylvia değil; Sylvia’nın dudaklarıydı.

Işık tüm karanlığı yedi. Işık bir göz bebeğinin kenarına iliştirilmiş o küçük beyaz noktaya evrildi. Gittikçe uzaklaşıyordu. Bir kadın. Gördüm. Kızıl kirpiklerinin gölgesi göz akını karartıyor ve bu, bakışlarını buğulu kılıyordu. Ona daha önce bir deniz kıyısında rast gelmiştim. Uzaklaştı, uzaklaştı. Şaçsız başındaki inceliksiz taçta bu sefer kuru defne yaprakları vardı. Şaşırdım. Yeller esmez miydi bu diyarlarda?

Haykırdım, "Yeller esmez mi bu diyarlarda?"

Yüzüme uzunca bir süre baktı. Sonra anladım ki buralarda kol gezen tek şey alçaklıktı. Görüyordum. Burnu kanıyordu. Dudak çukuruna iki damla kan düştüğünde şakaklarımda şimşekler çaktı. Eksik olan neydi? Tuzlu bir ten mi? Tuzlu bir ten, kulaklara nakşolmaya hazır inceliksiz bir ayrılık şarkısı. Ve?

"Düşünme, yeller karahindibaların ölümüne intihar süsü verir."

Gülümsediğinde kazayakları belirdi. Sonra öyle ani ve şiddetli bir rüzgar baş gösterdi ki tacının tepesindeki kuru defne yaprakları uçtu. Hava soğudu. Öyle soğudu ki kadının kazayakları buz tuttu. Sonra karahindibalar gibi parça parça uçuşuna şahit oldum onun. Yellerin cinayet işlemediği adı sanı saklı göklere göç ettiğini varsayarak ağladım. Gözlerimden düşen yaşlar çıplak ayaklarımı yaktı. Düşündüm. Sanırım asla koşamayacaktım.