Yalın bir serzeniş halinde günler geçiyordu, içimdeki huzursuzluğa bir türlü anlam veremiyordum. Aklımda sürekli insanların konuşmaları bir girdap gibi dolanıyordu, neydi benim istediğim? Kim olmaktı? Neden ben de bu yüzyıla ayak uyduramıyordum? Mutluluğun anlarda gizli olduğunu kabullenmiştim oysaki gelecekteki halim anılarımla bana gülümsüyordu. Tamam ama neden hiçbir şey samimi gelmiyordu? Kendime bile yalan söylüyordum. Psikiyatride çocukluğa inme mevzularına anlam veremiyordum. Duygular matematik üzerine kurulu değildi ki. Anların bir daha yaşanması mümkün olamazdı, zamanın çelişkiye düşmesi denemezdiydi buna? Her şey iç içe geçmiş ve çürümeye başlamış gibi bir koku var içimde fakat herkesin burnu tıkalı gibi duruyor, lanet parfümlerle zehirliyorlar etrafı. Artık işsizdim  fakat bundan kimseye bahsetmedim. Her pazartesi işe gider gibi evdekileri selamlayıp nereye olduğunu bilmediğim yola doğru çıktım. Yolda olmayı seviyordum ve en güzel tarafıda nereye gideceğimi bilmiyordum. İçimde uzun bir yolculuğa çıkma arzusu yatıyordu, sanırım otogara doğru yol almaya başlayacaktım. Önüme gelen ilk otobüse bindim. Akan yol üzerinde bir kere daha nefret ettiğim şehre gülümsedim. Dünyadaki her şeyin para üzerine kurulu olduğuna inanmıyordum, satın almak neden bu kadar ucuzdu? İnsan hayatının bu denli ucuz olmasının nedeni bahsedilen Tanrıların sonsuzluk içinde yaşadığı ama her şeyi yapıp zamanı ne ileriye ne de geriye alamamasının boşluğunu para ile doldurmaya çalışmaları çok ucuzca geliyordu.  Doğa uyanmadan oluşturulmuş zombi şehirlerde insanların etrafta dolaşarak para elde etmek amacıyla zamanı satın almak istemesini dayatan sistem, adeta dev bir zombi ordusuna sahipti. Bütün bunları kabul edip iki kahve sohbeti sırasında isyan edişler çok samimiyetsizdi. Din ve demokrasi aracılığıyla doğaya meydan okuyan ve her saniye geri dönülmesi imkansız izlerin bırakılmasının sorumlusu kimdi? Bu şehirleri yönetmek kolay olmamalıydı, eğitim denen olayın insanların gelişmesinden çok geriye doğru gitmelerine neden olduğunu düşünmeye başladım. Eğitimin temelinde yüzyıllardır biriken bilgileri çocukların kişisel gelişimine bakılmaksızın dayatılma olayı aslında yakın gelecekteki katillerimizi meydana getiriyor sancısı beynimde dönüp duruyor. Olaya geniş bir çerçeveden bakarsak bir illüzyon gibi duruyor. Kimsenin daha iyi bir dünya istediği felan yok ve kasıtlı olarak bu illüzyona sahip olan kimseler ordularına her gün yüzlerce zombiler katmakta. Komik değil mi sizce de onca şeyin içerisine doğmak? Birtakım toplum denen varlığın doğrularına göre yaşayıp yok olup gitmek… Neyin içine doğacağımızıda seçemiyoruz, nerede öleceğimizede karar veremiyoruz. Tanrılar bilir (!) ve nedense tanrılar ara sıra ortaya çıkıyor, bazen çok sessizler, mesela savaşın ortasında Tanrıları göremiyoruz ama  evimizde yemeğimizi yedikten sonra bir anda yediğimiz yemeğin nedenini Tanrılara bağlıyoruz. Ha siktir oradan, zamanımı ve bedenimi kullanarak en temel ihtiyacımı karşıladığım şey için neden varlığının kimsenin bilmediği şeye övgüde bulunmalıyım? Otogara gelmiştim ve sanırım şehirden uzaklaşmak istiyordum. Yarın veya beş dakika sonra ne olacağını bilmediğimden kalan son paramı biraz tüttürmek  ve  olabildiğince uzaklaşmak için Akdeniz’e inmeye karar vermiştim. Biletimi almak üzere gişeye doğru yol almaya başladım, sesler yoğunlaşmaya başlamıştı. Her yerden aynı şehir isimleri, farklı insanların ağzından yükselerek satış yapmaya çalışıyordu. Rastgele bir yerden biletimi alıp iki saat sonra olan yolculuğumu beklemeye koyulmuştum. Bir şeyler atıştırmak için salaş bir büfeye oturdum. Siparişimi almaya gelen garson on bir on iki yaşlarında bir kız çocuğuydu, nazikçe bir çay ve bir tost sipariş etmek istediğimi söyledim. Hafif bir tebessümle birazdan hazır olur efendim, diyerek uzaklaştı. Havada  asılı kalmış gürültünün boğukluyla bir sigara yaktım.