Arif, sen olmayan birine adını vermeyi bıraktım demiştim. Mualla denen arsızı da çıkarmıştım aklından. Sana yaşım adedince bile yazmadım. Yeniden yazarım demiştim. Sana acım adedince yazmak için demişim bunu. Her akşam göbeğime akıttığım şu ılık deryayı, ensemden fırlayan bebek saçlarımı, dallarımın nasıl düştüğünü, ben sokağı unuttukça senin bitmeyen berduşluğunu aklımda tuttum. Seni unuttum. Ama bunları aklımda tuttum. Aklıma karıştıkça yazacağım sana demiş, bunu söylerken kaç ah etmiştim, hiç bilmiyorum.
Yüzünü hatırlıyorum ama şapka koltuğun altında gelişlerin vardı, “Nihayet ulaştım sana!” deyişlerin vardı, cehennemden sıcak çapkın gülüşlerin vardı, bunları unuttum.
Ben bilmediğim bir yerde bilinmez biriyim artık. Tanımadığım birine iki kıytırık laf ettim diye de düşlerimde onu görmüyorum. Şu sırtımdaki dağları ellerinle söküp atarsın da sanmıyorum artık. Sen civarda dolaşmayı bırakınca ben de camın önündeki çiçekleri günde sen kaç kez geçersen tane sulamayı bıraktım.
Alışmayı öğrendim kendime. Her şeyin tek bir anlamı olduğunu öğrendim. Babam çiviler de çakmasa pencereme bana her yerin duvar olduğunu öğrendim. Hani dört duvar vardı insanın içinde. İnadımdan kırardım onları. Benim bunca cümlenin içinde adını ancak bir kez geçirebilecek bir korkak olduğumu öğrendim. İyisine denk gelince cennet, kötüsüne uğrayınca cehennemden betermiş bu evin içi; anladım. Sanma ki doyduğum yer evimdir benim.
—Hem her gece karnım aç uyuyorum zaten.
Beni dinç tutar sandığım betonlar yeni karılmış üzerime. Çırpındıkça batıyorum ama adını da anmıyorum artık.
Yok yok... Anmayacağım adını. Arif.