Pencere bakıntısı.


Binanın yanındaki küçük, geçen sabah yakından incelediğimde kıpırtısız, isyansız; tahminimce çeyrek asırdır aynı yıkılma özlemiyle burada duran garip kokulu kulübenin neresinde yaşadığına emin olamadığım adam

-sevgili yan komşumuz- kirlendikçe koyulaşan kırmızı pantolonu, muhatapsızlıktan sararmış hırkası ve garip renkli ayakkabılarıyla her gün öğlen saatlerinde bisikletine önce yalpalayarak biniyor, bir iki adım desteğinin ardından acemice dengelediği direksiyonu her gün aynı isteksizlikle aynı yöne çeviriyor. Nereye gittiği hakkında onun da bir fikri yok gibi. Palyaço olmak için fazla yaşlı. Gülümsediğini hiç görmedim. Ona bakınca geçmişimde pek rast gelmediğim hislerle tanışıyorum. Her tanışıklık başka bir kapı aralıyor benden bana uzanan. Konunun onunla ilgisi yok. Konunun benimle de ilgisi yok. Yine de denk geldikçe onun geniş kaldırımlardaki kambur görüntüsünün kaybolmasını seyrediyorum. Amaçsız, sade bir alışkanlık.


Bakışlarımı eşyaların büyüsüzlüğüne kaptırmadan, aklımı odanın sessizliğine çeviriyorum. Büyüsüzlüğün büyüsü... Bu beni daima heyecanlandırır. Gırtlağımda iki uzun soluk beliriyor; duyduğum fısıltı tonundaki hırıltı canımı sıkmalıydı. Sıkmıyor. Her şeye alışmış olmaya alışıyorum. Bir felaketi, devinimi kanıksamam birkaç dakikamı alıyor yalnızca. Bu durum kimilerine göre kabul edilebilir bir şey değil. Bana sorarsanız her şeyi reddetmenin ta kendisi.


Başımı neresine çevirirsem çevireyim üç buçuk adım sonra önüme duvarlar ören bu sıkışık odanın içinde eskiyen şey benden, bizden başkası değil.


Burada, bekleyişimin ardına bir nokta koyamadığım gibi hislerime es verecek virgül de bulamıyorum. Her şey vaktinden geç. İlgilendiğim her gelişme anlamını yitirdikten sonra gerçekleşecek gibi. Hislerim dalgasız, kıpırtısız bir deniz; çarşaf çarşaf uzanıyor şimdiki anda. Hiçbir çabam kayda değer bir hevesin, dikkatin elinden tutamıyor.

Nafile her şey. Bir elimin uzattığını diğer elim anlamsız kılıyor, eleştiriyor; hala neye karşı, nasıl, ne şekilde diri tutabildiğim hevesime hayret ederek hamlelerimi çocukluğuma veriyor ve beni abartılı iyimserlikle suçluyor.


Gökyüzü benden habersiz, toprak benden habersiz; penceremin sunduğu manzaradan gördüklerim benden habersiz. Elimde tuttuğum sigara, yarılanmış kahve bardağı, itiş kakış dizilmiş kitaplar... Polisler, otobüsler, sıradan olduğunu kabul etmeyen insanlar, sıradanlığın ne olduğunu bilmediği için sıra dışı bulduğum hayvanlar, sağımdaki kafenin somurtkan çalışanı... Haberdarı olduğum her şey benden habersiz. Ben onlarla çok mu alakalıyım? Bazen hayır.


Günler uzamıyor ya da kısalmıyor; istesem de acımı, hüznümü, bekleyişimi abartamıyorum. -ki bu gereklidir- Buhranlarımı bir şeylerle çarpıp çoğaltacak, bana kendimi olduğumdan daha haklı ya da daha bir şey gösterecek sabitlikler yok etrafımda. Arkasına sığınacağım bir psikolojik sorunla boğuşmuyorum. Belki de...


Neyse o. Neysem oyum. Olduğum şeyden rahatsızlık duymuyorum. İsteseydim de başka biri olamazdım, benim sorunum bu.


Bir şey içimden, aklımdan, ruhumdan taşmıyor; bir duygu beni alıp esiri etmiyor; uzun, ağlamaklı krizler baş göstermiyor; dünyaya alışmış olmanın getirdiği o işe yaramaz dinginlikle büyümüş ve anlamış olmanın cezasını ödüyorum dünya karşısında. Benim ev olarak bellediğim ama beni çocuğu kabul etmemiş dünya karşısında. Benim ödediğim bedel ona bir kazanç sağlıyor mu? Hayır, ne münasebet.


Ne edebiyat ne yazmak ne de başka bir meşgale. Aklımı avutacak bir şeyim yok. İstesem olur mu? Olur. Peki onun da başlı başına bir avunma çabası olduğunu bilmeyecek miyim? Bileceğim.


Az önce yazdım:

"Yaşamak -epeydir- yalnızca beklediğim bir şey."

Bunu ne kadar içten söyledim? Çok. Öyle çok ki kimsenin inanması umurumda değil. Kimsenin beni duyması, benimle ilgilenmesi; bana methiyeler, övgüler iletmesi varoluşumda bir esinti uyandırmıyor. Ne çok istiyorum bunu. Bir temastan umutlu hisler çıkarmayı ne çok arıyorum. Yaşadıklarım ruhumda ve aklımda yaprak kımıldatmıyor.


Şimdilerde hatırlamadığım, hatırlasam da anlamlandıramadığım bir şeyler öyle çok sıkmış ki canımı, hiç yaklaşmamam gereken bir şeyin koşarak önüne geçmişim. Bir anda olmamış bu. Fark ettiğimde her şey için çok geçmiş artık. Bir daha unutamamak üzere ezber bilmişim tecrübe etmemem gereken ne varsa. Bilmeyenlerin bayrağı altında, bükülmez bir ezberle sığacak yer aramış durmuşum. Bulamayışım dünyanın suçu da değilmiş üstelik. Anlamışım.


İnsan bedbahtlığını düşünürken suçlayacak birini bulamadığında işler sahiden sarpa sarmış demektir. Budur felaket. Budur başarısızlık. Yenilmiş, haksızlığa uğramış olmanın değil; vazgeçmişliğin gürültüsüzlüğü budur. Bitirememenin, pes etmenin sancısını boş verin şimdi, hiç başlayamamanın öyküsü budur. Acı mı yarıştırıyoruz burada, asla. Merak etmiyorum ki. Kimsenin merak etmediğini de biliyorum. Olsa olsa biraz kalabalıklaşma telaşı. İki kelam ediyorsam biriyle sırf bunun için. Çıkıp sahil kenarlarında adımlıyorsam; kızıl gün batımlarıyla kucaklaştırıyorsam aklımı, sırf bundan. İnsan kendinden kaçamayacağını anladığında ne yapar? Mutlu olmaz mı hiç? Olur elbet. Küçük anların büyüsüne kapılır mı? Birini sevmez mi, sarılmaz mı birine dünsüz, yarınsız? Gülmez mi komik bir görüntüye veya güldürmez mi kimseyi aklının kıvraklığıyla? Aksi mümkün mü? Değil. Peki mutluluğu hissediyorken bile aslında bunun bir kaçışın ürünü olduğunu anladığında, yaşamın içine her duraksadığında kendini gerçekliğin ağına takılmış bulduğunda ne yapar insan? Umutlu bir haberi bekliyorken bir pencere kenarında, bir yanı bu haberle karşılaştığı andan on dakika sonrasında bu haberin de etkisini yitireceğini, yarına uzanacak bir hevese arkadaşlık edemeyeceğini ve bunun acınacak ya da üzülecek bir şey olmadığını; yaşam denilen meretin tam da bu olduğunu idrak ettiğinde ne yapar?

Bilmem.


Bir yenilginin yüceliğine sığınmaya ne çok ihtiyacım; korkmanın, kaçmanın, pes etmenin rahatlığına ihtiyacım ne çok. "Ama geçti oralar" diyor bana içim. Yalnız içim mi? Hayır. Gözlerim, bakışlarım, kirpiklerim, ucu kızıllaşmış sakallarım, yıllardır başka türlü konumlansaydı keşke diye iç geçirdiğim ama artık böylesini daha uygun gördüğüm çirkince burnum, ucuz tütün aromasıyla sararmış parmaklarım, istediğim gibi uzamayan saçlarım; yeni aldığım tüm botların topuklarının sol kısmını hoyratça aşındıran ve nereden ezberlediğimi, neden hala kurtulamadığımı bilemediğim o dağınık yürüyüşüm de bana artık "geçti oralar" diyor.


Varlığımın hiçbir tarafıyla kavga halinde değilim. Ben onları anladım, onlar beni anladı. Tam da şu an farkında olmadan gerilen alnımın ortaya çıkardığı çizgiler beni anladı, hep aynı tonda beliren ve azalarak kaybolan soluğum beni anladı, dizimdeki ince bıçak izi beni anladı. Sağlıksızlığım beni anladı; başarısızlığım, boş vermişliğim, telaşsızlığım, heyecansızlığım... hepimiz birbirimizle mutabık olduk. Dedim ki siz böyleyseniz eğer, dedim ki onlar da böyleyse eğer, yani şimdi hepimiz tam da buysak ve ne yaparsak yapalım başka türlü olamayacaksak, verin bana ceketimi. Hatta durun, o da sizde kalsın. Benim o deli cehaletimi taşıyabilen ceketle de barışacak tarafım yok.

Dedim ve yürüdüm. Dediler ve yürüdüler. Kimse kimseyi anlamadı ama herkes ne yapacağını öğrenmişti artık.


Odaya dolan gün ışığına direnmenin anlamı yok. Biliyorum, tam da şu an yaptığım ya da yapmadığım hiçbir şey için hiç kimse beni suçlamayacak ya da alkışlamayacak.


Pencerelerin bana hissettirdiği şeyleri sevsem de hissettirmediklerini duyumsamayı sevmiyorum.


Bir ses, kıpırtı, homurdanma; isteksizlik, uyanma telaşı. Saat akşam beş. İşte geliyor, tiz sesli. Dünyaya yeni uyandı. Şimdi bunun acısını çıkaracak. Yürürken ayaklarını sürümüyor, yirmi üç yaşında ama bin yıldır uyanık sanki. Birazdan bir şeylere karşı çıkacak. Birazdan başımı okşayacak iki nefret arasında. Öfkelendiği ben değilim. Öfkelendiği kimse değil. Öfkelenecek kimseyi bulamadığına öfkeleniyor. Kahve suyu koymaya gidecek şimdi. İçer misin, diye sormayacak. Az önce altını söndürdüğüm kaynayan demlik karşılayacak onu. İşinin kolaylaşmasına sevinecek mi? Kesin bir şey söyleyemem.

Onu hala bu denli tanımıyorum.

Kendine geldiğinde dünü konuşacağız. Biraz sarılacak ve yarını kurgulayacağız. Şimdi gırtlağımızda dürülü zaten. Onun için bir şey yapmamıza gerek kalmayacak.

Birazdan her şeyi sorgulamaya başlayacağız. Bir şeylere güleceğiz ve bir şeyler artık bizi öfkelendirmediği için öfke duyacağız. Başkalarına mı? Hayır, kendimize.


Enseme kondurduğu öpücüğün ikimizi de heyecanlandırmayacağını biliyor. Kahvenin onu ayıltmayacağını, kuracağı cümlelerin hislerine resim olmayacağını, çocukluğuna dönemeyeceğini ve iktidarı uzunca bir süre daha değiştiremeyeceğimizi biliyor. Kafasının içi öldürülen kadınlarla, yersiz yurtsuz hayvanlarla, adaletsizliklerle ve doğallığı, kendi halindeliği talan edilmiş şeylerle dolu. Bunca şeyi taşımak ensesinde bir kamburluk oluşturmuş. Hayır abartmıyorum. Başkalarının kamburlaştırdığı biri o. Postürü ezelden böyle değildi. Küçük, savunmasız, sağlıklı bir çocuktu o da bir dönemler.


Bildikleri sürekli değişiyor, sürekli başka konularda gözleri doluyor fakat kendi hayatını sorsanız yıllardır kurduğu cümleler aynı. Değişmiyor. Değişmeyişin tanımını farklılaştırıyor en fazla. Bu da onun yeteneği. Soyutluğu seviyor ve kapalı anlatımların yapılması daha zor bir sanat olduğunu iddia ediyor. Belki yapılmıyor değil, tercih edilmiyordur, diyorum, kısa süreli ikna oluyor. İddialara giriyoruz, öyle de yazabildiğimi ama bunu tercih etmediğimi ispatlıyorum ona. Bir gün öyle metinler de yazacağım diyorum.

Girdiğimiz iddiaları ekseriyetle ben kazanıyorum. Onun kazanamayışındaki masumiyeti kazanabilmek için.


Gece yarıları sığınağından çıkıyor, bana yazdıklarını okutuyor. İçtenliğine zeval gelmesin istiyor. Süsü sevmiyor yazarken ve bu kaçıştan sürpriz süsler çıkarıyor. Gölgelere sığınmayı reddediyor ve birinin gölgesinde kalmak en büyük korkusu. Başkasının ışığıyla aydınlanmayı istemiyor. Gözleri ve elleri ve ayakları ve bakışları karanlıkta görmeyi öğrenmiş. Bu yüzden aynı odayı paylaşıyoruz. Yan odadaki Fransızların gürültülü konuşmalarına ve çirkin ses tonlarına bu yüzden katlanıyoruz. Bu yüzden yüksek sesle itiraz etmiyoruz karşı odada kalan Lübnanlı kızın, bizi kokusuyla uyandıran sarmısaklı pilavlarına. Ki onu ikimiz de seviyoruz. İngilizce bilsek belki Fransızları da seveceğiz. Yargılarımızın farkındayız ve üstesinden gelmekle ilgili bir fikrimiz yok. Şimdilik uygun görüyoruz birtakım ön yargıları. İngilizceye ağırlık vereceğiz ama, bu konuda hemfikir olduk geçen gün.


Saatler geçiyor. Cümleler kuruyor, cümleler büküyor ama tek kelime etmiyoruz birbirimize. Burada kalmak için sessiz kalmamız gerektiğini biliyoruz. Tahammülümüze zeval getirecek her şeye karşıyız. Ben daha çok karşıyım, o hafif çaprazında duruyor. Ben eğlenmekten bile vazgeçiyorum zaman zaman, lazım gelir de biriyle diyalog kurmam gerekir diye. O bunu her seferinde reddediyor. Ama bir yanıyla anlıyor beni. Kaçışımı biliyor, korkularımı biliyor. Dünümü ezbere biliyor. Bundan rahatsız olmuyorum. Başlarda, ''Bazı sabahlar yalnız uyanmak isteyebilirim ben, bunun seninle ilgisi yok.'' demiştim. Bunu hiç unutmamış. Üzerine konuştuk birkaç kez. Bana dargın değil, konunun onunla alakasının olmadığını biliyor. Yalnız uyanmak istediğim sabahlar oldu mu, evet. Onunla uyandığıma memnun olduğum sabahlar oldu mu, ilkinin belki on katı. Bu da yeterlidir diyorum kendime, daha ne olacaktı ki diyorum. Konu o olduğunda gitmek dışında her şeye kolayca ikna ediyorum kendimi. Ki beni ben bilirim, üç sene önce en iyi yaptığım şeyi sorsaydı biri, gitmek, derdim. Ama nasıl gitmek. Ama nereye kadar gitmek... Çıldırırcasına korkardım topuklarımdan biri yakalayacak diye. Bunu gören kimse olmadı. Şayet anlattıklarımdan çıkarmadıysa, ilk sohbetimizde anlatacağım, ilk o fark edecek.


İçeride konuşuyor Lübnanlı kız. Orası hem mutfak hem ortak alan. Bir koltuk, bir masa, bir çöp bidonu ve asla temizlenmeyen tezgah. Kızın adını biliyorum, böyle söylemek hoşuma gidiyor. Seslerini duyuyorum. Onu dinliyor. Merak etmediğine eminim ama yine de soruyor. İlişkisi yolunda değil, Lübnan'da kalmış çocuk, dün gece biriyle tanışmış. Evet, seslerden anladık onu, demesi gerekebilir, demiyor. Sevdiği insanlar karşısında bir yerlerinden tahammül üretiyor. Üretirken azalıyor, üzülüyor. Gitmiyor ama. Vaktinde çok büyük gitmiş. Kalmanın daha zor olduğuna inanıyor. Ben bir şeye inanmıyorum. Zorunda olduğum hayatı ittirdiğimizi anlatıyorum ona. Birkaç rağmen'imiz var, birbirimize itiraf etmiyoruz. Etsek kalamayız burada belki. Belki de kalırız. Şartları zorlaştırmak istemiyoruz. Gülüyorlar içeride. Ortak tanıdıkları birini çekiştiriyorlar. Lübnanlı kız, yeni çocuğa resmen aşık olmuş. Ya ne olacaktı, ülkeden ülkeye aşk mı olur? Belki olur. Bana ne. Geçen gün bir elim kapıya dayalı anlatmaya çalıştım. Eşik sohbeti. Ne düşünüyorsam aksini söyledim ona. Geçen seneden bu yana kimseye dürüstlük borcum olmadığını biliyorum. Büyük rahatlık. Hayır, yalan da söylemiyorum. Onların ilgilenmeyeceği, ilgilenseler bile karşısında mutsuz olacakları gerçekleri söylemeye ihtiyaç duymuyorum yalnızca.


İçeride yemek yapmaya çalışıyor. Çatalı, kaşığı, tencereyi en az iki kere yıkıyor yemekten önce. Ben üç kez yıkıyorum. Burada kalınmaz başka türlü. O benimle daha titiz, ben onunla daha dağınığım. Orta yolu böyle bulduk.

Ben mantar sevmiyorum, onun en sevdiği yemek, her türlüsü. Reçeli olsa ekmeğine sürer. Abartmıyorum. Belki abartıyorum. Birazdan içeri gelecek. Kendisine sorarım. Hava kararıyor. Sesleri çoğalıyor şehrin. Pencereye bakıyorum. Lübnanlı kıza selam veriyorum. Sanki işittiklerim ona karşı duyduğum saygıyı azaltmamış gibi. Bunun mesele olmadığını biliyor bir yanım. Kimseye saygı duymuyorum. Kimse de bana saygı duymuyor. İçim rahat ama. Biri birine özgürlük ihlali yapacaksa şayet, tarafın ben olmayacağını biliyorum. Bir süre konuştuğum herkes bana iyi biriymişim gibi bakıyor. Dahasını merak etmiyorum.


Hayvansal gıda tüketmeyi beraber bıraktık. Bu bana daha iyi biri olduğumu hissettiriyor, ona da söylüyorum. O benden daha fazla dava insanı, ben dava dedikleri şeyin ve mütemadiyen onu konuşan insanların içine doğduğum için oralardan kaçıyorum. Yumruklarım sıkılı ama el kol hareketi yapmıyorum kimseye. Blöflerden çok sıkıldım. Kınından çıktıysa o yumruk, oturacak okkalı, birinin suratının ortasına. Aksini kabul edemiyorum. Bu konuyu hiç konuştuk mu? Bilmiyorum. Beni içeriye davet ediyor.


Pencereden bakıyorum. Bir sigara sarıyorum. Lübnanlı kız hala orada, onu hala seviyorum ama içeri gitmiyorum. Çünkü akşam oluyor. Bu yirmi metrekarelik odayı akşamken çok seviyorum. Gördüğüm hiçbir şeyi sevmesem de telaşlı caddeyi seyretmek hoşuma gidiyor. Bu durağan odada, hala bir şeylerin bir yerlerde aktığına ikna ediyor beni. Durağanlığın içindeki devinim. Onu buluyor ve ona tutunuyorum.


Çoğu zaman bu pencere akışını tasvip etmiyorum fakat dünyayı algılama biçimim hoşuma gidiyor. Gece olduğunda kaldırımda tek başına yürüyen bir kadın görmediysem huzursuz olmuyorum. Karşıdaki lokantanın absürt tabelası bile insanlar onu terk ettiğinde varlığıyla memnun ediyor beni. Bazen polis arabalarının ışıkları vuruyor camlara, hatta bu her gece yaşanıyor, içten içe tedirgin oluyorum. Işıkları bekliyorum. Kırmızı, mavi ışıklar büyüyor alın çizgilerimin altında. Uzaklaştıklarında rahatlıyorum. Bu henüz kimseye bahsetmediğim küçük bir oyun. Kaybedeni yok, şimdilik.


Geceleri dünyayı daha az hissediyoruz onunla, daha çok uyumuyoruz ve bu uyanıklık hoşumuza gidiyor. Öğleden önce uyanmıyoruz, gerekmedikçe dışarı çıkmıyoruz. Bu pek hoşumuza gitmiyor ama başka türlüsüne kafa yormuyoruz. Bir şeyleri değiştirmek istesek değişecek belki. Israrcı değiliz. Bir ısrarın daha sonucuna katlanamayacağımızı biliyoruz.


Birazdan içeri gelecek. Ben masayı toparlayacağım, tabakları hazırlayacağım. Dün sofrayı benim hazırladığımdan ve bugün sıranın onda oluşundan, bu yüzden sofrayı hazırladığından bahsetmeden, sanki sırf içimizden böyle gelmiş gibi yemeğe oturacağız. Fonda Edith Piaf çalacak, ben bardakları alırken içerideki kirlenmiş aynadan yüzüme bakacağım. Gördüğümden yine memnun olmayacağım.


Aramızdaki sırra daha ne kadar katlanacağız sorusu yine aklımızda düğümlü olacak. Bunu ifade etmeyeceğiz ama...

Çünkü biliyoruz, çünkü biliyorlar, çünkü bilmeliler bilmemeyi.


Çünkü bilmek başka bir hikayenin konusu.



(Devamı gelecek. Ne zaman, ne şekilde bilemem ama...)