***


Eliyle gösteriyor.

Şu göz diplerimize kadar uzanan mavilik, şu soluklaşan ışık demeti… Susuyor, düşünüyor, ellerini iki yana açıyor, devam ediyor: Üzerimizde neye öfke kustuğunu bilmeyen kuşlar... İşte benim dünyam.

Gülümsediği yöne bakıyorum. Gülümseyişi mavi uzuyor, deniz oluyor, balık oluyor, dalga oluyor. Denize bakınca gözleri oluyor görünen. Görüyorum.


İnsanlar geçiyor yanımızdan. Değişik görüntülü, aynı bakışlı insanlar. Günün batışı kimseyi bizim kadar alakadar etmiyor. Keşke etseydi diyorum içimden. İçime susuyorum sonra. Üzerine konuşmadan kimsesizliğini sahipleniyoruz eliyle gösterdiği manzaranın.


Deniz hala nasıl olduğuna inanamadığım şekilde parıltılı. Kayalıkların ayağımın altından kayacağından korktum az önce. Düşeceğimden değil, hayır. Adımlarım temkinli. Rüzgar saçlarımı taramak istemediğim yöne savuruyor. Yapabildiği tek şey bu.


İki adım arkamda. Gökyüzüne bakıyor. Bir kuşa takılmış aklı, çok belli. Bunu kuşa söylemiyor, kuşa söyleyemiyorsa şayet kimseye de söylemeyecek.


İki insan yanaşıyor sol çaprazımıza. El ele duruyorlar. Hangisinin, diğerinin elini daha gevşek kavradığını ilk bakışta ayırt edebiliyorum. Baksa o da ayırt edebilir. Bakmıyor. Sakin rüzgarın tenini yalayan konukluğu hoşuna gidiyor. Dalgaların belli belirsiz noktalarına bakıp kendine yeni hikayeler ekliyor. İnsan değil; raflarda eskiyen değil, raflara kadar ulaşamayan bir hikaye olduğunu hissediyor bazen. Bunu konuşuyoruz fakat üzerinde uzun durmuyoruz. Ne raflar umurumuzda ne başarıyla anılan hikayeler. Bu yalan değil. Yüksekliği ve kaygısını muhatap almıyoruz: Yapabiliriz de yapamıyoruzdan, istesek yaparızdan, hep hak etmeyenler yapıyordan değil; istesek de yapamayacağımızdan artık. Süveterinin etekleri sümük kokan çocukların dürüstlüğü ittiriyor ensemizden. Borsa da umurumuzda değil, kapitalizm de. İkimiz de içine hapsolduğumuz bu sistemin insan türünün bulduğu bir çözüm olduğuna karar kılıyoruz; yanlışlığına üç beş kelam ettikten hemen sonra.


İki yanı ağaçlı, demir parmaklıklarının rengi hala yeniliğini koruyan genç bir merdivenden hikayemize tırmanıyoruz. Adımlarımızın acelesi yok. Sonu bizi her zamanki çay bahçesine ulaştıracak. İki sade kahve söyleyeceğiz. Garsona iki kez teşekkür edeceğiz. İkisinde de cevap alamayacağız. Buna alıştık. Buna alınmayacağız. Ağır adımlarından, masadan boşları alışından ve mekanın sağında uzanan muazzam deniz manzarasına bakışlarının bir kez bile takılmayışından üzerine bol gelen bir yorgunluğu taşıdığı çok belli. Bir boşluğu sürdürüyor, derin bir hayatsızlığı büyütüyor burada her gün. Belli. Görüyoruz.


Kahveler masaya gelmeden yarının bize getirmesi gerekenlerden konuşacağız. Ben ona yanıtını bildiğim sorular soracağım iyi hissetmek için. O da yılmadan bana yeniden anlatacak kendimi. Çok uzundur beklediğimi, dünyaya nasıl eksik baktığımı, her sabah hangi ümitsizliğe takılarak güne başladığımı biliyor. Cehennem diyemem buna, ama aklımdaki dünyaya da pek uymuyor yaşadığım. Bunu konuşacağız birazdan.


Bu ara evren belgesellerine takıldı aklımız. Acizliğimizin yeterince farkında değilmişiz gibi. Birbirimize uzun ifade etmiyoruz ama yeni bir tanrı icat etmek istiyoruz ikimiz de. Eskisinin modası geçti diyoruz. Bizi görüyorsa bile bizi umursamıyor diyoruz. Ayağımızı denize uzatıyoruz nadiren ve ekseriyetle boşluğa çeviriyoruz algımızı. Bir boşluktan ne kadar yaşam çıkarsa o kadar yaşam çıkarıyoruz hala nasıl diri kalabildiğine hayret ettiğimiz yerlerimizden.


Yan masadan sesler yükseliyor. Başımızı çevirip bakmıyoruz. Eskiden olsa dönüp bakardık, diyorum. Gülümsüyor. Adına toplum denen kalabalığın varlığından rahatsız olmamayı farklı yerlerinden öğretiyoruz birbirimize. Hamlelerimdeki etrafı rahatsız etmeme telaşını fark ettiğinde benim radikal biri olduğumu düşünüyor, diyalogsuzluğun yaşamımdaki yerini anlatıyorum ona, bana hak veriyor. Haklı olmanın çabasının esamesi yok gözlerimizde, yola böyle devam ediyoruz.


Toparlanıp ev yoluna düşürüyoruz gölgelerimizi. Kalabalıkların arasından geçiyoruz, omuzlarımız kimseninkilere değmiyor. Etrafa bakıyoruz, etrafı yorumluyoruz, etraftan tanıdık, arayışımıza benzeyen varoluşlar arıyoruz. Bulamayacağımızın ezberi dürülü ceplerimizde. Ziyanı yok der gibi bakıyor. Dün gece yazdığım şiirden bir dizeyi aklından geçiriyor. Gülümsüyor. Anlıyorum.


Ben yazmaya oturduğumda o da hemen kalemi eline alıyor. Hiçbir şeysiz dururken başka ne yapılır bilmiyoruz. Aklında bir şiir telaşı varken yüzünün nasıl bir hal aldığını ona bilerek anlatmıyorum. Beni romantik ve esprili buluyor. Bu yanlarımı nasıl başkalarına göstermediğime şaşırıyor. Onların sağladığı kazanca ihtiyacım yok diyorum. Yine gülümsüyor. Bir şeyler söylüyor.


Eve varana kadar seyrini değiştiremeyeceğimiz konulardan bahsediyoruz. Bir markete giriyoruz, kasiyere gülümsüyoruz, merhaba diyoruz. Paramızın neye yeteceğini bildiğimizden çok uzun durmuyoruz. Henüz ayın başında olduğumuz için iki cips alarak ödüllendiriyoruz kendimizi. Ben çocukluğumdan tutumlu biriyim. O şimdiyi düşünüyor yalnızca, yalnızca hayatta kalıyoruz farkında mısın diyor, hayatı bilmediğinden değil, yalnızca canı böyle istediğinden. Maddiyatı boş vermişliği hoşuma gidiyor.


Bir köpek takılıyor peşimize. Ayda en az bir köpek. Akşamları bizi evimize bırakıyor. Buna mutlu oluyoruz. Daha iyi hissediyoruz. Ben köpeklerin içgüdülerinden dem vuruyorum, o yalnızca onların evsizliğiyle alakalı. Kapıdan içeri giriyor fakat asansöre binemiyoruz. Tekrar çıkıyor, tekrar giriyoruz. Az öncemiz kapıdan bizi uğurlayan köpekte. Keşke çok zengin olsak diyoruz. Herkese yetecek kadar yuva satın alabilsek diyoruz. Yuva denen şeyin parayla alınamayacak bir şey olmadığını çoktan anladık. Yine de bir köpeğin üşümesi içimizi burkuyor. En az bir dakika bizimle yürüyen son köpekle bakışıyoruz. Gitsin istemiyoruz, içeri de alamıyoruz. Bekliyoruz öylece. Köpeğin başını okşuyor, ben gözlerimle ikisine birden sarılıyorum. Başını okşuyorum gördüğüm manzaranın.

Güç bela asansöre biniyoruz. Aynalara bakıyoruz. Birimiz aynalardan ya da birazdan ne yiyeceğimizden bahsediyor. Hafiften yüzümüz düşüyor. Sebebini sormuyoruz.

Kapıdan içeri giriyoruz, ikimizde de eve gelmiş hissetmemenin durgunluğu. Aldığımız malzemeleri, bize ait, kokusu bizden öncekilerinin hatırasıyla dolu garip kokulu çekmeceye yerleştirdikten sonra lavaboya yöneliyoruz. Ellerimizdeki salgını suyun ve sabunun insafına bırakarak ovalıyor ve kurulamadan odaya yöneliyoruz.

Eşiksizliği önce o aşıyor. Durgun ayaklarının hareketini seyrediyorum, bilmiyor. Dışarıyı soyunup, içeriyi giyiniyoruz. Odadaki, aklımızdan sonraki en lüks eşyaları, iki eskimiş sandalyeyi altımıza ittiriyoruz. Komutsuz dağıtıyoruz ilgimizi birbirimizden başka şeylere. Başka şansımız yok bir arada kalmak için. Susuyoruz. Konuşuyoruz. Biraz yatış duruşu diyoruz. Dikey dokunuşları sevmediğimi biliyor. Bu yüzden dikey dokunuşlarla ezberlediği yerlerimden şakalaşıyor benimle. Çocukluk sesimi çıkartıyorum en büyümemiş yerimden. Gülüyor.


İçeriden kahkahalar yükseliyor, müzik sesleri yükseliyor; bolca insanlı, çokça seküler, küçük dünya simülasyonu apartımızın içindeki gürültüsüzlüğü arıyoruz. Hep yapıyoruz bunu. Yok kere yok. Hep.


Bir anda her şeyi bırakıyor. Beni bırakıyor, az önce içimizi ayağa kaldıran köpeği bırakıyor, içerideki gürültüyü bırakıyor, fondaki piyano sesini bırakıyor, sade umudunu taşıyor bakışlarına. Kendimden kaçırdığımı onda yakalıyorum. Balkonu olan evlerden bahsediyor. Bir gün bizim de olacak diyorum. Hemen inanıyor. Tek hayali oturma odasında asla izlemeyeceği bir televizyonun olması. Bu ona çocukluğunu hatırlatıyor. Ne güzel diyor, ev gibi. Ellerini çırpıyor. Yüzümüzdeki burukluğu bir sigarayla savuşturuyor ve odanın farklı yerlerine dönüyoruz.


Uzunca bir sessizlik. Vaktimizin geldiğini anlıyor. Yanıma kıvrılıyor. Çocukluk yanlarını çıkarıyor, uçlarını beraber sivrilttiğimiz anıları kucağıma bırakıyor. Geçecek değil mi, diye sormuyor, sorsa cevabımı biliyor çünkü. Beni gerçekliğin savunucusu olarak görüyor. Bunu dile getiriyor ve hayalsizliğime üzülüyor tek başına. Benimle alakalı konulara tek başına üzülmeyi tercih ediyor. Perdesiz penceremizi açıyor ve üşüyene kadar gördüğümüz manzarayı yorumluyoruz. Ritüelimiz bu. Ardından susuyor ve yapmamız gereken işleri hatırlatıyoruz birbirimize sessizliğin gücüyle. Meşguliyetlerimiz ortak, avareliğimiz de öyle. 


Geçenlerde yalnızlığımızı ihmal ettiğimizi düşündük. Kızmadık birbirimize. Kimsesiz bir kaldırımda, ezan vaktinde eve çağırılmayan iki çocuk gibi birbirimizin diz kapaklarına baktık uzunca. Ben şehrin ışıklarını söndürmek istediğimden bahsettim, karanlık her şeyi eşitler belki dedim. Aramızdaki eşitliğe bakarak tuttu ellerimden.


Dışarıdan kahkahalarla beraber şimdiki an yükseliyor.


Hadi eşitlenelim diyor. Dün geceden kalan eşitliği çıkarıp tekrar yatağımıza uzanıyoruz. O kendi tarafına uzanıyor, ben kendi tarafıma. Son bir ayda türeyen, giderek belirginleşen yatak demirlerinin sırtıma battığından haberi yok. Olsa kavga eder. Olsa duvar dibine itekler beni. Bir şekilde ikna ederim onu ama bazı konularda eşitlenmemize gerek yok. İyi ki yok.


(Devamı gelecek. Ama buradan değil.)