Her zaman ölmenin, yok olmanın nasıl bir his olduğunu ve varlığım dünya üzerinden silindikten sonra neler değişeceğini merak etmişimdir. İşte tam da bu yüzden, ben de kendi varlığımı yok ettim.

Ah, tabii bunu filmlerde karşılaştığımız kurgular ve o kurgunun etrafında dönen o fantastik olay silsileleriyle yapmadım. Yavaş yavaş kaybettirdim kendimi insanlara. İlk önce bir mesaja geç dönmekle başladı her şey, daha sonra onlar benimle iletişim kurmadıkça benim de onlarla iletişim kurmak için çaba sarf etmememle, ayarlanan bir buluşmaya çağırılmadığımda, ayda yılda bir çağrıldığımda bir şekilde bir bahane üretip gitmememle ve işte sonunda ne arayan ne soran ne de iletişim kuran oldu benimle. Hayatlarını hâlâ uzaktan izliyordum tabii bu sırada. Pek etkili bir eleman olmadım hayatım boyunca, yalan söyleyemem size. Sessiz, sakin, kendi işindeki insan oldum ben hep. O yüzdendir ki ne kabuğuma çekildiğimde ne hayatlarından yavaşça kayıp gittiğimde fark eden olmadı beni. Bu üzücü gibi gelebilir belki size, bana da öyle gelmişti ilk başta ama sonra zamanında aslında ne kadar çaba sarf ettiğimi görmeye başladım. Sevgililik, arkadaşlık, dostluk... Bunların hepsinin bir ortak noktası var aslında, karşılıklı çaba sarf etmek. Sanırım hayatımda, bugüne kadar bütün bu çaba sarf etme olayını ben yüklemiştim kendi omuzlarıma. Sonra sevinmiştim belki de, ‘’Evet, bakın artık benim de bir arkadaş kolonim var!’’ diye. Bütün bu olanlara uzaktan bakınca aslında hiçbir zaman bir koloniye dahil olmadığımı gördüm. Sadece bir kişi daha olmuştum onlar için. Eğlenirdik, söylenirdik evet ama o eşsiz ‘’Sen olmazsan eğlenemeyiz ki!’’ insanı olamamıştım ben hiç. Böylece ben de kendime daha fazla vakit ayırmaya başladım. İlk önce izlemem gereken filmler listemi bir güzel taradım gözlerimle, hemen ardından da en ‘’Acaba beğenir miyim?’’ tadındakiyle başladım izlemeye. İzledim ve beğendim de. Sonra kitaplığıma bir göz attım şöyle. Kapakları, ciltleri tozlanmış alırken ‘’Ay, çok beğendim bunun konusunu. Hemen okuyacağım, hele bir alayım seni!’’ deyip de kitaplığıma yerleştirdikten sonra yüzüne bile bakmadığım kitaplar... Onları da teker teker seçtim, kendimce bir sıralamaya koydum ve okumaya başladım. Ama orada ama burada. Bazen yatarak bazen oturarak bazen de evin içinde dolaşarak okudum ve okudum. Uzun zamandır doğru düzgün elime almadığım tuvallerimi de çıkarttım dolabımdan. Şöyle bir baktım internete, acaba ne çizebilirim diye. Sonra ‘’Aman! Boş ver Eylül.’’ dedim kendime. Bugüne kadar hep bir şeylere bakarak çizdin de ne oldu sanki. Koydum tuvalimi yere, yanına da paletimi. Paletime elime geçen her boyayı sıktım azar azar, sonra beyazla pastelleştirdim onları. Çok pastel oldu dedim, azar azar da siyah koydum içine. Fırçam bu sefer rastgele bir şeyler çizeceğimi anlamış olacak ki elimden kurtulmaya çalıştı, yere devirdi kendini ama sonra o da izin verdi bana. Sırayla fırçamı renklere daldırdım, tuvalime götürdüm. Hiç uğraşmadım bu sefer ‘‘Aman diğer renklerim de kirlenmesin sakın!’’ diye. Paletime döktüğüm boyaları bitirene kadar ne çizmiş olduğumu bile fark etmedim. Sonra bitti boyalarım. Bıraktım fırçamı elimden, koydum paletimi kenara ve şöyle bir baktım yerdeki tuvalime ne çizmişim diye. Havası güzel mi değil mi anlaşılamayan bir gökyüzü, yerde yeşillik, yer yer de dökülmüş çınar ağacı yaprakları. Boyaları soyulmuş banklar ve o bankları kafalarını kaşımak için kullanan kediler. Bankın etrafına saçılmış bir iki kitap. Kitapların etrafından gülücükler saça saça geçip giden insanlar. O insanların arasında diğerlerine nazaran daha mutsuz belki de ürkek duran beyaz kulaklıklı kıvırcık saçlı hafif kambur cılız bir kız. Takmış takıştırmış her şeyi, bir sürü kolyesi var boynunda. Yüzükleriyle donatılmış o ince, kemikli parmaklarıyla tuttuğu telefona bakıyor ama telefonunun ekranı siyah, belli ki kapalı. Yüzünde belli bir ifade yokmuş gibi gözükse de yerdeki tuvali elime aldığımda ve kafamı uzaklaştırıp baktığımda fark ediyorum bir şeyleri. Göz pınarlarında sanki başını dik tutsa akıp gidecekmiş gibi duran bir doluluk var. Gözleri hafif kısık. Dudağının kenarı çok, çok hafifçe yukarıya doğru kıvrılmış. Yok yok, bu üzüntü gibi gelmiyor bana. Tamam bu kadar yeter diyorum ve elimdeki tuvali duvarıma yaslayıp karşısına bağdaş kurarak oturuyorum. Evet, şimdi tuvalim tam karşımda ve ben de onun karşısındayım. İşte o an anlıyorum aslında bu resimde neler olduğunu. Gülücükler saçan insanlar, ağızlarını açmış gülüyor gibi gözüküyor sadece. Ne gözleri kısılmış ne de bundan gerçekten keyif alıyor gibi duruyorlar. Hepsi vitrinlerde gördüğümüz mankenlerin birer kopyası gibi taklit ediyorlar birbirlerini. Gerçek bile değiller belki de. O beyaz kulaklıklı cılız kızsa onca insanın arasında tek gerçek kişiymiş gibi duruyor. Telefonunun ekranı kapalı ama belli ki onun için öyle değil. O kulağındaki kulaklıkta her ne çalıyorsa ona kendini kaptırmış, bedenen burada olsa da çoktan zihninde bir yolculuğa çıkıp anılarını ziyarete gitmiş. Bağdaş yaptığım bacaklarımı çözüyor ve odamın diğer ucundaki boy aynama yöneliyorum. İnceliyorum kendimi biraz ama bu sefer bir şeyler arıyorum sanki kendimde. Nihayetinde tuvalimdeki kızın kim olduğunu anlıyorum. O kız benim. Buruk bir gülümsemeyle kendime bakıyorum. Dudağımın kenarı hafifçe kıvrılmış, gözlerim dolmuş. Kendime bu sefer içten bir şekilde gülümsüyorum, yaşlarım göz pınarlarımdan akıyor.

İşte o an kendimi gerçekten kendim gibi hissetmeye başlıyorum ama gerçekliğimle ama burukluğumla. Sadece kendim gibi.