Karanlıkta olduğunun farkında değil çünkü dalıp giden gözleri aydınlıkta bile görmüyor önündekileri. Sessizlik kafasının içinde bir uğultu haline geldiğinden beri hiçliğe sığınmak istiyor. Keşke inandığı tanrı yaratmasaydı ölümden sonraki yaşamı. Bu kadarı yeterli olsaydı, bu kadarı bile fazlaydı. Aşık olduğunu unuttuğu adam ölünce hatırladı bir yasta aşkı. Aşk acısıyla karıştı ölünün ardında kalmanın çaresiz acısı. Bir an genç kız gibi günlük tutmak istedi. Acının çetelesini tutmaya gerek yok, dedi. Vazgeçti. Fazlaydı. Yeterli olmalıydı.

Çift kişilik yatağın hep bir kısmı bozuluyordu, nevresimlerin yalnızca bir kısmı kırışıyor ve sadece bir tane yastıkta baş izi oluyordu. Azdı. Yeterli olmalıydı.

Kapattığı kapının ardından gelen kızının sesini duydu. Bir şarkı söylüyordu. Abisine bağırıyordu. Böcek, diyordu. Orada! Burada da var, diye düşündü. Bir sürü olmalı. Bir sürü haşerenin ayak seslerini duyuyordu. Ayberk, dedi. Bir süre bekledi bir sanrının içinde: Sesim çıktı mı çıkmadı mı?

“Ne oldu anne?” Oğlu da sanki böcekler gibi duymaya başlamıştı: antenlere çarpan titreşim...

“Böcek,” dedi. “Burada da var sanki, bir sürü.”

“Bir sürü mü!” Bağırma Aysel. Git başımdan. Aşık olduğu adam Aysel’in adını koyarken anlamına bakmak yerine adının geçtiği şiirlerin dizelerine baksaydı… Aysel’in adı Lavinia olsaydı, gitseydi. Gitme, demeseydi. Hâlâ yasın hakim olduğu evde bir çocuk yaşayamazdı. Ya çabucak büyümeliydi ya da terk edilirdi. Aysel büyümemekte olduğu kadar kalmakta da ısrarcıydı.

“Işığı açıp bakayım anne.” Ayberk böceklere daha o kadar benzememiş olmalı ki önünü görmek için ışığa ihtiyaç duyuyor. Git Ayberk. “Çıkarken kapıyı kapat. Aysel’in sesi çok geliyor.”

Ayberk kapıyı kapatır kapatmaz azarlıyor kardeşini. “Şu sesini bir kıssan!”