İnsanlarla konuşma isteğimi, geçtiğimiz her bir gün biraz daha kaybediyorum. Yazma isteğimde de çeşitli dalgalanmalar olsa da konuşma isteğimde olduğu gibi direkt bir düşüş gerçekleşmiyor. Sorun tamamıyla konuşma isteğimde mi yoksa insanlarda mı?


Bunun ne gibi zararları olduğunu ve günlük hayata nasıl yansıdığını çeşitli örneklerle anlatabilirdim. Ancak o kadar da anlatasım yok. -Demek yazma isteğimde de sorunlar var. Kendimi kendime anlatmadığım çok... Ben de konuya pek hakim değilim- Zaten anlaşılıyordur derdimin ne olduğu. Bu konuda yalnız olmadığımı düşünüyorum. Bir insanla konuştuğunuz sırada sizin doğrusunu bildiğiniz bir şeyin yanlışını söylemesi ve sizin onu düzeltmekle uğraşmak istemeyip yalnızca kafanızı salladığınız o zamanlar olmuştur ve olmaktadır da.


Bir şeyler anlatmanın, bir şeylerden bahsetmenin bu kadar ruh daraltıcı bir eylem olmaması lazım. Aksine bizim konuştukça ferahlamamız, paylaştıkça kendimizi evrene daha çok yayılıyormuş gibi hissetmemiz gerekmiyor muydu? (Yere dökülen bir puding gibi.)

Çevrenden dolayıdır dersiniz diye düşünmek istiyorum ama muhtemelen demeyeceksiniz çünkü neredeyse herkesin bu tarz durumlar içerisinde kaldığını biliyoruz. Bu yüzden pek şahsi çevrem ile alakalı değil gibi. Daha çok toplumsal bir sorun bu. İşin asıl kötü yanı olmasa da kötü yanlarından biri, birçok kişi konuşmaktan bıktığını söylüyorsa asıl bu konuşmalardan bıktıran kimdir? Cevap, biz de onlardan biriyiz bir başkası için. Ancak karşıdaki kişi artık bizimle daha az konuştuğu için bunu öğrenemiyoruz.


“Nasılsın, naber, neler yapıyorsun...” tarzı soruları daha önce de sevmezdim ancak bir şekilde cevap verirdim. Artık onlara da cevap veremiyorum. Sanki cevap kocaman bir buzdolabı ve cevabı ulaştıracağım kişi Öztürk Sitesi, Ğ blok, yirminci katta oturuyor. Üstelik asansör de sabahleyin bozulmuş. En basit cevabı bile sırtımda taşıyor, merdivenleri çıkmak için her bir basamak tırmandığımda sırtımdaki ağırlığı daha çok hissediyor, kaburgalarım sıkışıyor, nefesim daralıyor, gözlerim kararıyor, burnum sızlıyor, ağzım kuruyor, ellerim titriyor gibi hissediyorum. Halbuki aslında sadece “İyidir.” veya “Oturuyoruz.” demem lazım. Öyle basit bir cevabın bile hazırlanması ve sahneye çıkması uzun sürüyor.


Bunun kötü bir şey olduğu bariz. Biri bir şeyi yanlış anladığında dahi düzeltesim gelmiyor artık. Peki diyorum -İki ‘’k’’ ile aslında, pekki- ve geçiyorum. Karşımdaki kişi, en sevdiğim dondurmanın ‘’hornetto’’ dondurma olduğunu söylediğim sırada süt ürünlerini yalayarak tüketmemi duyduğundan evde yoğurdu da yalayarak tükettiğimi anlıyorsa ve üstelik böyle anladığını sesli olarak dile getiriyorsa dahi ekstradan konuşmaktansa ‘’yoğurt yalayıcıbaşı’’ olmak daha cazip geliyor bana artık.


Bu sorunu çözmem lazım. Peki en bariz ve akla ilk gelen çözüm olan konuşmak, gerçekten en etkili çözüm olabilir mi? Kendimi konuşmaya zorlamak durumu daha kötüye mi götürür yoksa daha iyiye mi? Bunu birine anlatasım da olmadığı için pek de yardım alabildiğim söylenemez. Çünkü bir şeyi anlatmakla -ne yazık ki-kalamıyoruz artık. Birine bu konudan bahsetsem bile neden böyle hissetmeye başladığım, ne zaman böyle hissetmeye başladığım gibi sorulara cevap verip, üstüne de cevaplarına karşı cevaplar da vererek konuyu aslında gitmemesi gereken yerlere -farkında olmadan- götürmek artık bana çekici gelmiyor.


Aslında sohbetin tanımı bu, evet. En az iki kişi, bir diyalog gerçekleştirir ve diyalog ilerledikçe başka konular diyaloğun içerisine girer ve çıkar. Ancak konu, taraflardan birinin derdi oldu mu artık o muhabbet ve sohbetin alacağı hâl beni şimdiden yoruyor. Bu yazıyı yazarken, tek başımayken, oturduğum yerden ekrana bakıp, düşünürken bile yoruldum. Sırtım da terledi ama o sıcaktan sanırım. Hiçbir zaman aşırı konuşkan biri olmadım ama eskiden daha yenilikçiydim bu konuda, diye düşünüyorum. Daha dokuz yaşında iken böyle şeylerle baş etmeye çalışıyorsak vay hâlimize. On iki yaşımızda iken ne yapacağız acaba?


Siz bir konuya karşı hararetle saydırıyorsunuz ama bir noktada laf anlattığınız kişinin o saydırdığınız kişilerden biri çıkması durumu mesela. Arabalar bile öyle viraj alamıyor konuşmanın o noktasında. Bir Ken Block’u gördüm bir de böyle bir durumda döndürülen lafları gördüm. “Hâlâ fotoğraf makinesi kullanan tavalar var.” dediğiniz noktada karşı tarafın çantasındaki fotoğraf makinesinin lensi gözünüze parlıyor, sonra da karşı tarafın gözü bir anlığına parlıyor ama tüm bu parlamalara karşın kavga başlamıyor ve sessiz kalınıyor. Dediğim gibi düşüncesi bile terletici.


 Hayatta en çok imrendiğim şeylerden biri, esnafa ve personele kendini anlatmak. Açıklamam gerekirse mesela telefoncuya gidersiniz, “Mikrofonlu kulaklık var mı?” diye sorarsınız. Adam da olmadığı için yok der. Siz de cevap olarak, “Ha… Ben konferans görüşmesi yapacaktım da arkadaşlarla. Hepsi memleketine döndü şimdi, görüşemiyoruz yüz yüze.” diye kendi derdinizi anlatırsınız. Bu insanlara aslında imreniyorum. Bunu hiç yapmadım hayatımda. Çok ihtiyaç duyduğum ve keşke yapabilsem dediğim bir şey değil ama o eylemi gerçekleştirmek için onları harekete geçiren o kaynağa benim de ihtiyacım var gibi hissediyorum. Anlatmaya anlatmaya nereye kadar?


Pek başarılı bir yazı olmadıysa özür dilerim. Yazma isteğim yazı sırasında baltalandığı için kendimi toparlamak zorunda kaldım, bu da yazıya yansıdı. Kalite seviyesi dağlık bir yol gibi inişli çıkışlı bir yazı olmuş olabilir. Belki de dümdüzdür çizgisi, bilmiyorum.


Tekrar okuyup ölçmek isterdim ancak okuyup da kendimle dertleşesim pek yok.