Mehpare Hanım;


Bana bir cevap yazdınız mı bilmiyorum ancak sizden bir satır bile ulaşmadı elime. Oysa size en son mektup gönderişimin üzerinden günler geçti. Şu incecik mumun ışığında gönderdiğiniz deftere neyim var neyim yoksa karaladığım nice günler geçirdim. Bu hayatta insan en önce kendisiyle konuşmayı bilmeli, önce kendisine söylemeli içinde ne varsa. Bana gönderdiğiniz defter sayesinde yapabiliyorum bunu, öyle garip bir his ki; sanki kendi elimden tutmuş da kendime kendimi anlatıyor gibiyim. Ben ve bir ben daha beraber, el ele bir yol yürüyoruz. Ancak bazen fark ediyorum ki içimde bilmediğim onlarca şey varmış, sahiden de bir deftere sahip olmanın hayatımda çok şey değiştireceğini düşünürken yanılmıyormuşum. Yazmak beni dünyadan uzaklaştırıp kendime yaklaştırıyor. Bunca yıldır kullandığım bedenimi, ruhumu daha yeni tanıyor gibiyim. Fakat yine de ne yalan söyleyeyim, bazen bu hali kaldıramadığım hissine kapılıyorum. Bazı zamanlarda etrafımda dönüp duran dünyaya büsbütün yabancılaşıyorum, sesler kulaklarıma çarpıyor hissediyorum ama sanki hiçbir şey duymuyorum. Biri beni şiddetle sarsmasa bana seslenildiğini bile anlamayacağım belki, sanki artık ismime bile yabancıyım. Çoktandır kendimi bir fanusun içine kapatılmış gibi hissediyorum. Yazdıkça uzaklaşıyorum, bir ruh oluyorum; dağılıp giden bir toz bulutu, hava oluyorum da hayatın bütün akışını dışardan dağılırken izliyorum. Düşünmek ve dağılmak ve dağıldığım yerden kalkıp yazmak, sonra büsbütün zerrecikler halinde etrafa saçılmak bir zincir gibi dolanıyor bileğime, ne yapsam çıkamıyorum. Bir odaya kapatılmış gibiyim Mehpare Hanım, beni anlıyor musunuz? Ne olur anlayın. Siz bari anlayın beni, bileyim ki gözlerinizle bu satırları takip ederken bilmiş bir tebessüm yayılacak yüzünüze, bileyim ki bir anlayış yüzünüzdeki bütün kasları gevşetecek. Bileyim ki Mehpare Hanım, Gönen’in bir küçük evinde, mum ışığında, ay ışığında bu satırları karalıyorsam eğer çaresizlikten değil; anlaşılacağımı bilmenin hissiyle karalıyorum. Kendimi anlatıyorum size, zihnimde durmaksızın konuşan şu diğer benlerle bir oluyoruz da tutup kendimizi size açıyoruz. Bu kağıtla, şu mum ışığıyla, ayın defterime vuruşuyla tek bir parça oluyoruz. Elimde tuttuğum, tuttuğum ve bir türlü bırakamadığım kalemim de bilsin ki boşa değil bunca hareket. Bir karşılığı var; benim burada çıkardığım her sesin karşılanacağı bir an var. Ben kalemlerle konuşarak yürüyorum size doğru. Beni karşılayacaksınız Mehpare Hanım, öyle değil mi? Tüm bu defterler, bana verdiğiniz sonsuz yazma izni, bir kenara iliştirdiğiniz adresiniz, düşünceleriniz, benim gibi toy bir kimseyle iletişime geçme zorunluluğunuz olmamasına rağmen muhakkak bana yaz demeniz… Boşa değil bunca şey. Bana bir cevap ulaştıracağınızdan son derece eminim, sadece… Tek başına konuşmak yetmiyor bazen insana; bir ses arıyor, bir nefes, tutup dokunabileceği, içine çekip hissedebileceği bir varlık. Bu yüzden, belki de sabırsızlık göstererek -bunu da anlarsınız eminim- yine bir gecenin sessizliğinde size yazıyorum. Gecenin sessizliği... Tüm gün sürüp duran o gürültülerin bittiği, herkesin uykuya çekildiği dinginliğin saatleri. Herkes uyuyor şimdi, yalnız sayılırım belki ama inanın öyle kalabalığım ki kendimle; dopdoluyum. Tek başınalığımla dünyada aklımın alamayacağı kadar büyük bir yer kaplıyorum. İçimdeki her neyse bedenime sığmıyor, bedenimin zihnimdeki tasviri ise dünyaya... Kendimi yaşayan bir varlık olmaktan çok uzakta, yalnızca duygularla doldurulmuş bir kap gibi hissediyorum. Bana nereden bakarsanız bakın bir duygu yoğunluğundan başka hiçbir şey göremezsiniz şu anda.


Ah Mehpare Hanım, yazmanın başıma böyle bir felaket getireceğini bilemezdim elbette. Bilemedim. Dünyaya yabancı kalmaktan şikayetçiydim fakat anladım ki, o zamanlar bile hala dünyayla aramda biraz olsun bir bağ varmış. Hiç olmazsa biraz bile anlayabiliyormuşuz birbirimizi, dönüp duran şu dünyanın devranına bir yerden olsun eşlik edebiliyormuşum. Şimdi ise kopup gitmiş gibiyim. Kendimle konuştukça kelimelerim bana benzedi, kendimden bir parça bulamadığım hiçbir şeyi anlayamaz oldum. Kafamı çevirdiğim her yerde ben varım Mehpare Hanım; şu gözlerimin ulaştığı her noktada bir ben bana bakıyor, üstelik gülmüyor da! Niçin? Kendimi tanıdım diye neden bu kadar nefret doldum, biraz olsun ruhumun farkına vardım diye yani; kalbimin… Kalbimin içindeki bunca hissi gördüm diye içimde ne kadar his varsa hepsi bana düşman kesildi. Anlayamıyorum. Bunca düşmanlığı neden hak ettiğimi inanın ki anlayamıyorum. Kendimle anlaşmayı umuyordum fakat artık birbirine en düşmanca hislerle bakan iki yabancıyız, alacaklıyız. Benim ondan alacağım bir anlayış, onunsa benden alacağı bir sessizlik var. Oysa ben sanıyordum ki, kafamdaki sesleri, içimdeki bu karmaşaları bir kağıda dökersem eğer onları karşıma alıp konuşabilirim de. Her birinin bir bedeni olursa birbirimizi görebiliriz. Görüşten anlayış doğar, anlayıştan bir çokluk çıkar; birken iki olurum kendimle. İki olamadım Mehpare Hanım. İki binler oldum, kalabalıklardan yoruldum. İnanın, insan kendiyle bu kadar kalabalıklaştığında hayat gözünden siliniyor. Hem yaşamın birbirine geçmiş zincirlerini hem bu duyguları, tüm bu karmaşayı karşılayacak tek bir beden olduğunda bazı şeylerden vazgeçmek gerekiyor herhalde. Günlük işlerimi yaparken; süt kaynatırken mesela, eskilere yama yaparken, bir havlu kenarını işlerken ya da... Hayatımın olağan akışında her şey var fakat ben yokum. Nasıl olur, demeyin. Bir kaşığı nasıl tutuyorum, ipleri nasıl çekiyorum farkında değilim artık. Yakalayamıyorum evde kim var, etrafta koşup duranlar benim kardeşlerim mi? Sana bir hal oldu diyorlar; oldu ya Mehpare Hanım, oldu. Soğuk ay öptü beyaz ensemi, bu öpüş gül gibi soldurdu beni. Soldum günden güne, hep sessiz oldum* ama ne çare... Ne çare Mehpare Hanım, ne çare... Şiirlerle tanıştım bir kere.


Şimdi belki aklınıza geliyordur; pişman olduğumu, o eski kelimelerle tanışmamış halimi özlediğimi düşünüyorsunuzdur. Fakat hayır. Kelimelerle tanışmadan önceki hayatım yalnızca bir boşlukmuş; belki bir bekleyiş, içi boşaltılmış günlermiş Mehpare Hanım neyi beklediğimi bilmeden geçirdiğim. Annem bana hep gözlerindeki bu uzaklığı durdur artık, derdi, hayata katıl. Böyle dediğinde sanırdım ki, yapılması gereken işleri -bilirsiniz ya işte yemekler, temizlikler, gözünü açtığın andan kapattığın ana kadar somut işler için koşturup durduğun anlar- iyi yapmadığım için böyle söylüyor. O zaman ben de büsbütün işlere verirdim kendimi; sabah daha erken kalkar, akşam bir türlü yatmazdım ki her şey daha güzel olsun, her yer temiz olsun, ocakta hep sıcak bir tas bulunsun. Fakat hayır Mehpare Hanım, hayır. Bakışlarımdaki uzaklık, ellerimdeki bu alışkanlık dünya için değil; buranın taşına, toprağına baktığımdan değil. Gözlerimi diktiğim uzaklık çok başka. Üzerime vuran ay ışığında hep bir mana arayışımın anlamı başka, elime bir kalem alıp şu mumun yanına oturduğumdan beri aklım bende değil, önümdeki kağıtta. Bunu öğrenmişken, içimin başını alıp alıp gitmelerini bilmişken kelimelerden şikayetçi olamam elbette. Sadece her zamankinden çok konuşma ihtiyacı duyuyorum. Birilerinin bana "korkma" demesini istiyorum, bilseniz buna ne denli ihtiyacım var... Ama biliyorum herkesten değil kendimden duymam gerek bunu. Demeliyim ki, senin bu kendi başına kalmaların, kalabalıkların, baktığın ışıkların boşuna değil; yolsa işte önünde, şimdi dönecek değilsin, bunca yürümüşlüğü bir kenara bırakıp da başka yöne gidemezsin.


Mehpare Hanım, birkaç satır da olsa bana bir cevap yazmanızı ve bir kitap göndermenizi beklemeye devam edeceğim. Olur ya belki yine sabırsızlık eder, bekleyemeden yazarım size. Bir yerlerde sizin beni, düşüncelerimi beklediğinizi bilmek bana cesaret veriyor. Hiç olmazsa bir bakış değiyor bu satırlara; sizin yıllanmış, anlayışlı bakışlarınız... Bu hayatta anlaşılmaktan daha ferahlatıcı hangi his olabilir? Anlayışınız ılık bir meltem gibi esiyor üzerime, ne olur pencerenizi kapatmayın.

En içten sevgi ve saygılarımla.




*Yahya Kemal Beyatlı’nın Nazar şiiri. Aslı şöyledir:


Soğuk ay öptü beyaz ensesini,

Sardı her uzvunu bir ince sızı;

Bu öpüş gül gibi soldurdu kızı.

Soldu, günden güne sessiz, soldu!

Dediler hep: "Kıza bir hal oldu!"