Mehpare Hanım,


Nasılsınız? Ben mektuplarımı okuduğunuz gibiyim. En son yazdığım mektupta insan her şeyi en önce kendisine anlatabilmeli demiştim fakat şu günlerde anlıyorum ki insan bazen en çok kendisiyle konuşmak istemiyor. Dahası -bilmem inanır mısınız- bazen kendini görmek, kazara da olsa hiçbir cam parçasında dahi kendine rastlamak istemiyor. Geçen hafta bir çivinin üzerine iliştirilmiş bütün aynaları ters çevirdim. Gülüyor musunuz? Gülmeyin. Artık öyle hissediyorum ki hiçbir cam parçasına, beni bana yansıtacak hiçbir ışığa, parlaklığa tahammülüm yok. Mehpare Hanım, içimde dönüp duran tüm bu hislere karşılık yapabildiğim tek şey kendimi yok saymak. Bu yüzden çevirdim onca aynayı, cam parçasını. Kendimi yok sayabilmek adına önce bütün yansımaları kaldırdım ortadan. İnanır mısınız, sanki “Yokum!” dedikçe gerçekten yok oluyorum, silikleşiyorum dünyada, yere basan ayaklarım, birbiri ardına düşen adımlarım benim olmaktan çıkıyor. Birileri eline bir silgi almış da her gün bir yerimi siliyormuş gibi, yavaş yavaş uzaklaşıyorum benliğimden. Bilmem ben şimdi neyden ibaretim? Etimin ve kemiğimin, ruhumla ve hislerimle olan bağlantısını kaybettim. Ama içimde hiçbir endişe yok. İnsan her şeye alışır derler. O halde bir zaman sonra yaptığım tüm bu yok saymalar, kaçmalar bana normal gelecek ve herhalde “Evet!” diyeceğim, “İşte şimdi kendi benliğimi buldum.” Bilmem Mehpare Hanım, o zamanları iple çekiyorum mu desem yoksa bütün gücümle kaçıyorum mu? Hayat önümde iki yol gibi uzanıyor, gizli, öyle dümdüz, hiçbir sırrını vermeden. Ne sağımda ne de solumda bir farklılık var; ağaçlar aynı, gök aynı, oturup saysam taşların sayısı ne bir fazla ne bir eksik gelir. Attığım adımlarım tastamam denk düşer birbirine. Biliyorum beni arkamdan iten kimse yok, fakat ben o yolların başında bir kuvvetle savruluyorum. Hayatı kaybettiğimi kabul edip onu aramakla, normalin bu olduğunu söyleyip yok olmak arasında ayaklarımı koyabildiğim hiçbir toprak parçası yok. Kaldırdığım onca cam un ufak oldu da ayaklarımın altına serildi sanki. Öyle sanıyorum ki Mehpare Hanım şimdi ben nereye bassam yürüdüğüm yolda çiçek bitmez benim için; bir cam girer, bir ağacın gölgesi üstüme düşer, hangi yöne dönsem gördüklerim gözlerimden akar da kimse onları yakalayamaz. Anlıyorsunuz değil mi, kalbime yerleşmiş bir his var. Elimi göğsüme koyduğumda avucumun altında kalbimin vuruşundan önce onun dokunuşunu hissettiğim bir his, bir atış var. Size desem ki Mehpare Hanım ne olur tutun beni, ellerinizin uzanışı yeterli gelir mi? 


Mehpare Hanım, insan kendisini bu kadar yok saymak istemenin ve hatta bunu yapmanın sonunda gerçekten bir benliğe ulaşabilir mi? Bir zamanlar ben de herkes gibi hayattaydım, dünyanın neresine bakarsam bakayım, küçük bir dünya dahi olsa benimkisi -ki buraya gelseydiniz ne kadar küçük bir dünyayı izlediğimi görürdünüz- yüzüme huzurun meltemi muhakkak vururdu. Bilmem siz buna çocuk olmak mı dersiniz yoksa henüz dünyayı tanımamak mı ama kafamda tonlarca ağırlık hissederek değil de bir kuş gibi hafifçe, sekerek adımlardım şimdi binbir sıkıntıyla yürüdüğüm taşlı yolları. Etrafımda koşarak, gülerek, bağrışarak koşan küçük kardeşlerime baktıkça yüzümde tebessüm oluşurdu, ne onlar benden uzak hissederdi ne de ben onlardan bu denli uzak hissederdim. Şimdi kim bilir onlar ne düşünüyor. Bense bakıyorum, elimi uzatsam dokunabileceğim bu bedenlerin, bu kahkahaların, sanki bir bedene bürünmüş bu mutlulukların Mehpare Hanım, benden nasıl böyle kaçıştıklarına bakıyorum. Bedenim çok uzak bir noktada, bir fanusun içine bırakılmış gibi. Şeffaf bir fanus. Görmekse görüyorum her şeyi, kulaklarımda binbir hışırtı ama elimi uzatsam parmaklarımda sadece bir cam parçası. Belki de bu yüzden çevirdim bütün o aynaları. Kendime baktıkça, hiç istemezken sadece o cam parçasının yanından geçiyorum diye çehrem gözüme iliştikçe parmaklarımda hissettim hep o soğukluğu. Bir camın soğuk, sert, hissiz dokunuşunu. Eşyalar da size dokunur Mehpare Hanım, hiç hissettiniz mi bilmem. Her bir eşyanın parmak uçlarınızda bıraktığı bir his vardır, bazen yürür düşüncelerinize, hislerinize kadar yol bulur kendine.


Bazı zamanlar, düşünmek için çıkıyorum dışarı. Salt düşünmek için. Ellerimi dokunabildiğim her şeyde gezdirerek, yere basan adımlarımı hissetmedikçe bütün dokunuşlara kinlenerek yürüyorum. Çıplak kollarıma değen sıcak rüzgâr bana eski, dupduru günlerimi hatırlatmıyor; kalbimde peyda olan özlemi hissediyorum. Öyle derin, öyle yakıcı şeyler hissediyorum ki Mehpare Hanım, o zaman neredeydim şimdi nasıl oldu da buraya geldim, bunu anlayamamak kendime duyduğum öfkeyi artırıyor. Sanıyorum sadece yaşadım. Sadece hayatın bir yerinde var olurken, öyle basitçe, yorgan dikerken, çorba karıştırırken ya da benden kopup giden parçaları izlemeye başladım. Fakat ne olursa olsun umutsuz değilim. Ne kadar bunalırsam bunalayım hayatın muhakkak bir mana taşıması gerektiğine dair inancımı bir ışık gibi hissediyorum kalbimde. Ansızın gözümün önünde parlayan bir yıldız gibi hep orada, beklemediğim anlarda kendini göstermek için duruyor. Bir gün muhakkak, fakat Mehpare Hanım, muhakkak ellerimi uzattığımda o yıldızı avuçlarımın arasına alacağım. Beklemekse beklemek, pencere önlerini çoktan bir döşek belledim. Ben hiç müzik dinlemeden yıldızlarla dolu bir gece geçirdim. Şakıyarak döndü gökte gece rüzgarı.* Tenime değenlerle güneşi üzerime doğurdum da pencerem ısındı, çiçeklerim güneşe dikti bakışlarını, ben oturdum; hiçbir düşüncemi kenara bırakmadan yüklendiklerimle yoruldum. Bazı geceler hiç geçmedi Mehpare Hanım, ben onların içinden geçtim. Onlar kaldı, ben değiştim.


Bu içinden çıkılmaz düşüncelerin, bu tükenmeden tüketen gecelerin, bir sabah ansızın bambaşka bir insan olarak devam etmelerin, kelimelerin Mehpare Hanım, kelimelerimin en büyük şahidi sizsiniz. Gözleriniz her satırıma değdi, izlediniz onları, yalnız siz dokunmadınız kelimelerle dolu kâğıtlara, onlar da size dokundu... Ben değiştimse Mehpare Hanım, sizin adımlarınız da peşim sıra geldi. Havada asılı kalanları gördünüz, tereddütleri, güveni ve korkaklığı, beni ve ardımda kalanları. İşte şimdi de biliyorsunuz, nasıl bir yol ayrımındayım, nasıl birbirinin aynısı iki yol uzanıyor önümde, dün gece güneş hangi pencereye doğdu, koşmaktan kim yoruldu görüyorsunuz. Soluklanın Mehpare Hanım. Dünyanın neresindeyseniz kendinize bir an için müsaade edin, çok uzun koştunuz, çok uzun okudunuz, şahitlikle yoruldunuz. Bana bir kâğıt parçası vermekle belki de hata ettiniz, bilemezdiniz elbette, elbette… Elbette Mehpare Hanım, benimle karşılaştığınızda ve bakışlarımda bir arayış gördüğünüzü söylediğinizde bu kimsenin sizi kelimelerine şahit tutacağını bilemezdiniz. Yorgun düşeceğinizi sonra. Yorgun düşmüş olmalısınız ki bir satır bile yazmıyorsunuz. Doğru, belki de yazamıyorsunuz. Önemi yok Mehpare Hanım. Ben burada oturmaya ve güneşin bugün önce hangi pencereme vuracağını görmek için penceremin önünde beklemeye devam edeceğim. Gündüzleri çalışacağım. Gündüzleri öyle çok çalışacağım ki kovalayan hayat, kaçan ben olmadan düşüncelerimi koşturup durmakla susturacağım. Gecelerimi ise bu pencerenin önünde, kâğıdıma vuran ayın ışığında yazmakla dolduracağım. Bundan ne çıkar demeyin, ben de bilmiyorum fakat artık başka türlü bir hayat da düşünemiyorum. Kafamın içindeki bu karmaşa nereye giderse gitsin hayatın içinde sıkıntılarla dolu geceler geçirmekten daha büyük bir anlam olduğuna inanıyorum. Muhakkak olmalı. İnsana dokunan bir ses, bir nefes, “İşte hayat bu!” dedirten bir mana olmalı. Bir yerlerde… Bir yerlerde Mehpare Hanım, ayaklarımın boşlukta süzülmesini engelleyen adımlar olmalı. 


Sizden bir kitap istemiştim, fakat artık istemiyorum. Düşündüm ki Mehpare Hanım, ihtiyacım olan kelimeleri kendim bulmalıyım. Kendinize iyi bakın.

Sevgilerimle.


*Pablo Neruda – Bu Gece En Hüzünlü Şiiri Yazabilirim