Astrologlar geliyor aklıma. Ermiş insan egosuna sahip olduğunu söylüyorlar bilmem ne evinde bilmem ne olanın. Oysaki yıldızların sözünü dinlemezcesine bir bar tuvaletinde aptal gibi hissediyorum. Yine de zarar görmüyor egom, zaten ben kendimi hep aptal gibi görürdüm bilmem ne evinde bilmem ne olanı umursamadan. Yani ermişlik bu bence, aptal olduğunu fark etmen ve bununla eğlenmen.

Eğleneceğim diye başlamıştım içmeye, kaldırımdaki bir masanın üstünde. Sonra karşımdan geçti: köpekler, çocuklar, baloncular, uzun yürüyüşlerle terlemiş insanlar… Ha, bir de kampanya vardı. İçkide bir alana ikincisi bedava. Nasıl oluyor bilmiyorum ama oluyormuş. Bundan faydalanmak istedim. Aptallığın bir belirtisi de bu işte, ihtiyacın olmasa da karşına çıkan her kampanyadan faydalanmak istersin.

Neden betimlemedim bilmiyorum ama yanımda bir arkadaşım da oturuyor. Konuşuyor, hatta ben de konuşuyorum. Ama zihin çok boyutludur, arkadaşımı dinlerken kendi iç sesimi de dinliyorum; onun gözlerinin içine bakarken arkasında yere işeyen köpeği seyrediyorum.

Bir araba durdu kaldı yolun ortasında. Ne komik, köpeğin çişinin bitmesini bekliyor. “Daha işiyor,” diyorum gülerek ve arkadaşımın lafını keserek. Hiç tanışmadığım insanlarla konuşmak daha eğlenceli geliyor. Bir anı paylaşıyoruz ama o anı hatırlamak zorunda değiliz. Yıllar sonra bir gün bir araya gelip “Hatırlıyor musun…” diye başlayan cümleler kurmayacağız ve hatırlamadığımızı belli etmemek için tuhaf sesler çıkartmayacağız.

“Sen güçlüsün ve düşüncelisin,” diyor arkadaşım. “Ben senin gibi kimseyi tanımadım.” Yazık bana, diyorum. Biraz daha yalnız hissediyorum. Tanısaydı da sonra bizi tanıştırsaydı, ya dost olurduk ya sevgili. Ben yetersiz gibi hissediyorum, diyor ona hayatımdaki birkaç boktan anıyı anlatmadığım için. Yazıyorum, diyorum. “Biliyorsun, ben kelimeleri sayfalar için kullanıyorum.” Ama hikaye yazıyorsun, diyor sadece bir hikayemi okumuş olan arkadaşım. Öyle gizleniyorum, diyorum. Bu bir sır ama o, ona bir sır verdiğimi fark etmiyor bile. Aslında gizlendiğim de söylenemez çünkü hikayedeki başkahramana çoğunlukla isim vermem, dış görünüşünü de betimlemem. Belki de bundan. Aa bak, içimdeki bir sır daha çözüldü ama bunu sana söylemeyeceğim. İç, iç, iç. Garson bakıyor masaya, kadehi mi tazelese küllüğü mü temizlese… Sonunda burnumu sildiğim peçeteyi alıp yumruğunun içinde buruşturarak çöpe götürmeye kalkışıyor. “Sümüklerimi sildim ona,” dediğimde durup dönüyor. “Ne?” Sümüklerimi silmiştim o peçeteye, diyorum. “Çok fazla elleme bence.” Gülüyor. Kibar çocuk ya da yanımdaki arkadaşımın flörtü olduğu için bana torpilli davranıyor.

Konu derinleşiyor. İçilen haplardan söz açılıyor, duvara dalışlardan, iştahsız masaya oturuşlardan… Birkaç boktan anı. Sus ve iç. Ağırlaşan başını dik tutmaya devam et. Dinle. Ağlıyor, sil onun yaşlarını. Sen de kaybettin bir damla, onu da sil. Merak ediyorum, arka masadakiler duyuyor mu bizi. Konu derinleşmeden önce onların arasında komik gülüşlü olan bir oğlan vardı. Sırtım dönük oturuyordum ona, onun gülüşünü duydukça gülüyordum. “Çok komik gülüyor,” demiştim arkadaşıma. “Dinle bak.” Acaba bizim çok komik ağladığımızı düşünürler mi? İnsanlar, diye düşünüyorum. Yanaklarından da gıdıklansaydı ne güzel olurdu. Ağlarken gülebilirdik belki bir yaşın gıdıklamasıyla.

Zamansız gelen çiş tüm ciddiyeti bozar. Masadan kalkıp tuvalete gidiyorum. Garson bana bakıp işaret parmağını havada döndürerek gülüyor. Adımlarımın taklidi. Gülüyorum ama düzeltiyorum adımlarımı veya öyle sanıyorum. İyi misin, diye soruyor bir diğer çalışan. İyiyim deyip dar merdivenleri çıkıyorum. Fark ediyorum ki ağlarken de sarhoşken de sesimin tonunu kontrol edebiliyorum. Beni konuşurken duyanlardan biri “Çok kitap okuduğun belli oluyor,” demişti. “Konuşma şeklinden, sesini ayarlayışından…” İç sesimle dış sesimin provasını yapmışım sanki hep. O biri şu anda da beni duysa aynı şeyi düşünür, söyler; eminim. Oysaki çok kitap okumuyorum. Yalnız kaldıkça birkaç sayfa çeviriyorum. Genelde de yalnız oluyorum.

Kapalı olan kapıyı tıklatıp “Çabuk çıkar mısınız, kusacağım da,” diyorum. Merdivenlere oturmuş sıradaki kadın da soruyor iyi olup olmadığımı. “İyiyim, sadece kusacak gibiyim,” diyorum. “Kampanyanın gazına geldim.” Sesim kontrolümde. O da düşünüyor mu acaba çok kitap okuduğumu? Okumuyorum! İçerideki kadın çatık kaşlarla çıkıyor dışarı. “Kusura bakmayın,” diyorum sevimli olmaya çalışarak. Sıradaki kadın “Siz geçin,” diyor. “Ben erkekler tuvaletine girerim bir şey olmaz.” Çok samimi geliyor o anda bana o kadın. Onu hatırlayacağımı biliyorum.

Ne demiştim? Astrologlar geliyor aklıma… Sifonu çektim. Peçete bitik. Zaten leş gibisin, diyorum. İyice çürüsen de bir şey fark etmez. Eder mi? Çöpte bir ped var. Deminki kadını erken çıkarttığıma üzülüyorum. Demek bu yüzden çatmıştı kaşlarını sevimli sesime gardını indirmeyerek.

Kusmaya başladığım anda değişiyor ruh halim. Artık kendime bile komik biri değilim. Ağlayarak kusmaya devam etmeyi bekliyorum. Erkekler tuvaletine giren kadının sesi duyuluyor: orada da peçete bitikmiş. Nasıl yani, diye düşünüyorum. Bu erkekler işedikten sonra götünü silmek zorunda değil ya. Ağlarken gülüyorum. Aptallığım içimi gıdıklıyor. Bir daha kusuyorum. Yediklerime bakıyorum. Sifonu çekip ağzımı temizliyorum lavaboda. Ağlıyor ve kendi kendime konuşuyorum. Leitmotiv cümle gibi tekrarladığım bir cümle var monoloğumun arasında: toparladım, toparlıyorum.

Bir daha kusuyorum. Eğildiğim klozetin önünde hareketsizce duruyorum. Sensörlü ışık içeride birinin olmadığına ikna olup sönüyor. Öylece durmaya devam ediyorum ışık yanmasın diye. Kapı tık tıklanıyor. Karma, diyorum. Bir başkası da beni çıkartacak tuvaletten. Halbuki ben tıkalı kalmak istiyorum burada; varlığımı unutturarak, eve dönme derdimi geçiştirerek. Bir filmin sahnesi geliyor aklıma. O sahneyi gerçekleştirmek istiyorum. Klozetin deliğinden kaçmak istiyorum. Bunu gerçekten yapmak istiyorum. Adımı söylüyorlar. Arkadaşımın sesi. “İyiyim,” diyorum. “Çıkıyorum şimdi.” Garip, sesim hala kontrolümde, kontrol etmeyi bıraksam bile.

Kapıyı açıyorum, üç tane surat var karşımda. Hiç bakışmadıkları kadar donuk bakıyorum onlara. “Klozetin içine birinin elli kuruşu düşmüş,” diyorum ve gülüyorlar. Güzel, diye düşünüyorum. Tam bir absürt komediyim. Uzattıkları peçeteyle elimi yüzümü silip çıkıyorum açık havaya, dönüyorum masaya. İnsanların azaldığını fark edince içeride ne kadar kaldığımı sorguluyorum. Arka masadakilerden biri iyi olup olmadığımı soruyor. “Herkes kustuğumu anladı mı ya?” diye soruyorum cevap vermek yerine. “Duyduk arkadaşın konuşurken,” diyor. O zaman biz konuşurken bizi de duydular. Birkaç boktan anı. Hayır anlatmadım ama aklıma geldiği için ağladım.

Bana son kadehi getiren garson gülüyor. “Gülme,” derken ona, kendim gülüyorum. “O sonuncuyu içmeyecektin,” diyor. O zaman kampanyadan faydalanamazdım. Ama kafamın ağırlığı dilime çöküyor ve laf yetiştiremiyorum. Halbuki birkaç kadeh öncesinde birine çok güzel laf yetiştiriyordum. Gözlerimi dikip kırpmadan bakıyordum. Yine bu garson uyarmıştı beni. “Kilitlenme öyle,” diye. Ve yine o garson son mentollü sigarasını bana vermişti. Ve yine aynı garson kimliğimde gördüğü doğum ayı ve yılımı aklında tutmuş ama unuttuğu gün için “Bulması zor olacak,” deyip gülmüştü. Astrologlara göre…

Barın sahibi geliyor yanıma. Kafamı dağıtayım derken mekanı mı dağıttım acaba diye etrafa bir göz atıyorum. “Sana kahve getirelim,” diyor. “Bizden olsun.” Fark etti patron çıldırdığını, böyle kampanya yapılmazdı. Et bakalım telafisini. “Sade olsun,” diyorum. Sade oluyor, geliyor, içiyorum, yarım bırakıyorum. Kartı arkadaşıma veriyorum, o kapatsın hesabı. Ayaklarım kafamdan daha ağır. Eve gitme derdi birkaç boktan anıdan daha büyük bir dert benim için o an. Keşke masaya başımı koyup uyusam matematik dersindeymiş gibi. Garson yine bana gülüyor arka masaya bir şey götürürken. “Gülme,” diyorum yeniden, ben de gülüyorum ama kendime değil ona. Neden? Kibarlıktan veya alışkanlıktan. Kısa cümlemi süslemekten. Belki aptallıktan.

Kalkıp gidiyoruz. Köşeyi döndüğüm anda yine kusmak istiyorum. “O kahveyi içmen mantıksız oldu,” diyor arkadaşım. Beleşti içtim. Aptallıktan. Kaldırıma kusmaya başladığım anda biri bağırıyor. “Dükkanın önünde ne yapıyorsunuz?” diye. Astrologlara göre birkaç boktan anısını hatırlamış olan insanlar dünya batmış gibi hiçbir şeyi umursamaz. Edep adap ve kibarlıktan yoksun düşerler. Belki de yorgun. Ben hala kusarken adamın bağırışı çoğalıyor. Arkadaşım sevimli tuttuğu sesiyle içeri girip açıklama yaparak adamı susturmaya çalışıyor. Ayakkabıma bakıyorum. Eve, kusmuğa bulanmış beyaz ayakkabılarla döneceğimi görmek derdimi katlıyor. İçeri girip arkadaşıma sesini yükselten adama kızmaya başlıyorum. Hemen susuyor. Bu insanlar böyle. Birkaç boktan anı. “Yürü hadi,” diye arkadaşımı da kızarak dışarı çekiyorum. “Ne açıklaması yapıyorsun içeri girip?” diyorum yürürken. Kızgınım. Herkes kendi birkaç boktan anısını hatırlayıp kibarlıktan ve sevimlilikten çıkıyor. Unutmalı mıyız acaba, diye düşünüyorum klişe bir soru hakkında. Yoksa hepimizin arada bir o anları hatırlamaya ihtiyacı mı var? Garip bir şekilde. Astrologlara göre…

Unutmadım. Ne geceyi ne de birkaç boktan anıyı. Daha ayakkabımı temizlemedim. Yazıyorum, belki arkadaşım da okur. Yetersizlik onda değil, kelimelerde. Yine de inadına yazıyorum, belki bir gün kelimeler de yeterli gelir ve yazar olurum diye.

Son olarak, arkadaşıma:

Seni durup durup öpme nedenim bir tek sevginin yeterli gelmesinden, öpmenin bir yara bandı yapıştırması gibi geldiğinden. Sakın bırakma sen de bana birkaç boktan anı. Ne daha fazla kabalaşmayı istiyorum ne de canavarlaşmayı.